Eskiden yazı yazan bir insan yazdığı yazının üzerine mürekkebi kurutmak için rıh denen çok ince bir kum serpermiş. Bir de bu rıh denen kumu içinde saklamaya yarayan özel bir kap kullanılırmış. Bu kaba da rıhdan denirmiş. Rıhdanın üst yüzü delikli bir kapakla kapatılırmış. Böylece tıpkı bir yemeğin üzerine tuzun tuzluktan serpilmesi gibi, rıh da rıhdandan yazı kâğıdının üzerine serpilirmiş. Bir söylentiye göre, rıh denen bu kumun kullanılmasından hattatlar hiç de haz etmezmiş. Onlara göre, rıh kullanılan yazıda incelik ve zariflik kaybolurmuş, bu yüzden yazıları açık havada kurutmayı tercih ederlermiş.
Şimdilerde rıh ve rıhdana lüzum kalmadı elbet. Kimsenin de yazısını kurutmak gibi bir derdi yok. Hem, el yazısı bile unutulmuş durumda zaten. Ve yazma denen şey, pratik güçlükleri bir yana, (onu titizlikle yazmak, fazla kâğıt harcamamak, mürekkebi sağa sola dağıtmamak vs), yaşamsal içeriğini de yitirmiş durumda. Yani incelik ve zariflik, yerini saçma sapan kodlamalara bırakıyor. Sözgelimi cep telefonlarıyla birlikte gelen “kısa mesaj” kullanımı, yazma etkinliğini kısa ve kaba saba kodlara hapsetmiş durumda. Geçtiğimiz hafta içindeki bir haberde, Amerika’daki Pew adlı araştırma merkezi tarafından yapılan bir araştırma, gençlerin yazmaya yönelik harcadığı en büyük zaman dilimini “kısa mesaj”ların kapladığını bildiriyordu. Araştırmaya göre, söz konusu gençler ortalama olarak, günde 50, ayda 1500 “kısa mesaj” yazıyormuş!
Yazılan her “kısa mesaj”ın en az bir cümleden oluştuğunu varsayarsak günde 50 cümle ya da ayda 1500 cümle yazan birinin, Emile Zola’ya benzer bir yazar olması beklenebilir. Oysa yapılan araştırma, 12 ila 17 yaş arasındaki insanları kapsıyor. İçlerinden bir Zola çıkacağını da pek zannetmiyorum.
Bazı arkadaş meclislerinde, meclisteki herkesin önceden bildiği bir kalıp sözün birisi tarafından dile getirildiği an, meclisin sahte bir suskunluğa bürünerek bu kalıp sözü onayladığına, dahası kalıp sözü dillendiren kişiye karşı saygılı bir bakışın yöneltildiğine sıklıkla tanık olmuşumdur. Konuyla ilgili olarak bu kalıp sözlerden biri de “söz uçar, yazı kalır” ifadesidir. Gelgelelim içinde yaşadığımız zamanda, bu söz geçerliliğini yitirmek bir yana, bir kalıp olmasından ötürü, pek çok kalıbın paylaştığı yazgı olan yavan ve saçma bir anlam taşıyıcılığı yapmaktan da kendini kurtaramaz oldu. Artık sözler uçmuyor, isteyen birçok insan onları kaydedebilir ve saklayabilir, ve yine artık yazı da olduğu yerde kalıp bir anıt işlevi görmüyor, isteyen birçok insan onu cep telefonunun hafızasından ya da bilgisayarının ilgili dosyasından rahatlıkla silip atabilir.
Kuşkusuz, söz konusu kalıp sözdeki kastın bambaşka bir şeye gönderme yaptığı iddia edilip, yukarıda yaptığım aşırı maddi çözümlemeye karşı çıkılabilir. Fakat, esas olan her şey, kendini öncelikle, yalın ve maddi göstergelerde ortaya koyar. Sözgelimi, el yazısının yerini, sırasıyla daktilo ve klavyelerin almasından bu yana, yazın dünyasında ortaya konan eserlerin gözle görülür bir sığlaşma yaşadığı ortadadır. Çünkü bu süreçte, yazmada en önemli husus olan yazan kişinin yerini, bizzat daktilolar ve klavyeler almaya başlamıştır. Yazma denen etkinlik pratik anlamda kolaylaştıkça, sözgelimi eskiden yazarlarca yazılan piyeslerin yerini, bizzat oyuncuların yazdığı piyesler almaya başlamıştır. Ve öncelikli olarak, yazana yönelen ilgi de, yerini oynayan, yöneten ya da söyleyene bırakmıştır. Bilirsiniz, pek çok insan bir şiiri kimin bir şarkı olarak söylediğini bilir de, o şiirin kime ait olduğunu bilmez, ve benzer şekilde bir filmde kimlerin oynadığı bilinir de o filmin senaryosunu yazan insan bilinmez.
Kısacası, yazı ve yazan kişi en arka plana itilmiş, ve bizzat yazmak denen şey her bir insanın kolaylıkla gerçekleştirebileceği bir etkinlik halini almış durumda. Yani, kitaplardan çok yazarların olduğu bir dünya söz konusu. Yani rıh ve rıhdanı kullanmasını bir yana koyun, daha kalemi elinde nasıl tutacağını bilmeyen insanların pek “kalıcı”, pek “uçmayan” yazıları donatıyor dört bir yanı!
Bu yazı ilk olarak 26 Nisan 2010 tarihli Başkent Gazesetinde yayımlanmıştır.