Malum ortamlarında şiir üzerine yapılan sohbetlerde Türkiye’ye has tuhaf bir özellik vardır: Ne zaman şiir söz konusu edilse, ortamdaki “şiir yazan” ya da “şiir seven” insanlar hemen masalsı bir dil kullanmaya başlarlar; şiir üzerine asla bir tanım yapmaya yanaşmazlar, bunun yerine şiirin tanımsız olduğunu öne sürmeyi tercih ederler; bu nispeten kabul edilebilir bir tutumdur, fakat bu tutuma eklemlenen hiçbir saptamada bulunmama halini kabul etmek hiç de mümkün değildir. Fakat yine de pek uzun soluklu sohbetler olur bunlar, nasıl sürdürüldüğünü hiç anlamadığım “yüce”, “ulaşılmaz” gibi kabullerle övülen ve pek saçma bir şekilde bir varlık kipi ve dahası bir kişilik yüklenen “şiir” üzerine bitmek tükenmek bilmeyen cümleler sarf edilir durur saatlerce. Ve bu sohbete katılan hemen herkes pek hoşnut olur bu cümlelerden, sarf edilen saçma bir cümle, başka bir saçma cümleyi sarf eden birisi tarafından saçma bir şekilde onaylanıverir. Sanki, bir ara pek mühim bir saptamada bulunulmuş gibi! Ne oyun ama: saçmasapan-cümleler-kurma-oyunu! Bu saçmalıklarla çok sık karşılaştığımı söyleyebilirim, ki mevzu sadece şiir olduğunda değil, hemen her konuda bu şekilde konuşulduğuna tanık olduğum pek çok deneyimim var. Fakat son zamanlarda kendi adıma bu durumların en saçmasıyla da karşılaşır oldum; görüyorum ki artık bu saçma diyaloglar felsefe üzerine yapılan sohbetlere de sirayet eder olmuş. Tıpkı şiir sohbetlerindeki gibi, felsefe sohbetlerinde de durduk yere, “yüce”, “ulaşılmaz” bir şeyden söz edilmeye başlanıyor, hiçbir tanım yapılmıyor, hiçbir saptamada bulunulmuyor ve fakat nasıl oluyorsa artık, tüm bu saçmalıkların içinde pek anlaşılmaz ama pek değerli bir şeyden konuşulduğu sanısıyla saatlerce sohbet ediliyor.
İlk olarak şunu kesin bir dille belirtmek gerek; hiçbir saptamanın yapılmadığı bir diyalogda esasen hiçbir şey konuşulmuyor demektir! Daha anlaşılır, daha duyulur bir şekilde tekrar edeyim hatta: Bir konu hakkında konuşmak demek, o konu hakkında bir saptamada bulunmak demektir. Şayet bir konu hakkında saptama yapmıyorsanız, o konuya ilişkin hiçbir şey söylemiyor demeksinizdir! Ve hatta en basit haliyle söyleyeyim, sağırlaşmış kulakların işitebildiği tek şey olan slogan diliyle yani: Saptama yoksa konuşulan bir konu da yok demektir! Ve en nihayetinde konuşabildiğiniz bir konu yoksa, (bu kısım biraz ironik) siz de yoksunuz demektir!
***
Son olarak kendimi içinde bulduğum böyle bir sohbette felsefe üzerine “saçmalaşılırken”, birden D’Alembert’den yaptığım bir alıntıyla müdahale ettim ortama: “Felsefe, üstünde düşünülen konuya aklın uygulanışından başka bir şey değildir.” (s. 23)
İşin içine aklı soktuğum için ortamda bir huzursuzluk oluştu. Kısa bir sessizlik oldu, ne de olsa akıl söz konusu olduğunda bir takım saptamalarda bulunmak, kurulan cümleler arasında bir bağ kurmak ve aynı zamanda hem A, hem de A-olmayanı söylememeye dikkat etmek gerekiyordu. Fakat yine de bir karşı koyuş sergilendi elbet, içlerinden birisi, pek iddialı bir şekilde, aklın insanlığı hiç de güzel yerlere götürmediğinden söz etti. Bunun üzerine derhal, akla, hangi mantık sınırları içerisinde bir kişilik yüklediğini sorduğumda ise, sessizlik dışında bir cevap gelmedi. Bu sessizlik üzerine kavramları kişilikleştirmenin ne demek olduğuna dair, bu yazının ikinci bölümünde okuyacağınız, aksiyolojik(1) bir zeminin terk edilmesi durumunda değerlerin yerini putların alacağını öne süren uzun soluklu bir açıklamada bulundum. Ancak şimdi burada, köşenin bana verdiği hacim nedeniyle, bu açıklamanın bir özeti yerine, bu sohbetten çok önce söz konusu açıklamayı kaleme aldığım defterde bulunan ön alıntıyı vermeyi uygun buluyorum. Alıntı yine D’Alembert’e ait ve aynı eserden:
“… insanlar uzun süre düşünmeyi bıraktıkları şeylere bir daha asla geri dönmezler, olsa olsa o konu hakkında sahip oldukları düşünceleri iyi ya da kötü anımsama yoluyla yeniden kurarlar. Dahası, onlar bir görüşün boyunduruğunu kırmakta öylesine zayıftırlar ki, bazı noktalarda engellendiklerini hissettikleri andan itibaren geride kalan tüm bilgilerini de kaybederler; çünkü görüş değiştirmekten korkmadıkları gibi, araştırmayla karşılarına dikilen tüm engellerden de kaçmayı seçerler. Bir kez güçlükle karşılaştıklarında artık yeni adımlar atmaktan vazgeçer ve kendi cesaretlerinin bir tür ödülü olarak hemen yeni bir sisteme kapılanır, onu kolayca benimserler.” (s. 15-16)
Referans:
D’alembert; Felsefenin Öğeleri; Öteki yay.; Temmuz 2000 Ankara; çev. Hüseyin KÖSE
Bu yazı ilk olarak 5 Aralık 2011 tarihli Başkent Gazetesinde yayımlanmıştır