Etrafındaki verileri toplamayı, bu verileri işlemeyi ve bu şekilde, her defasında bir öncekinden daha farklı ve daha tutarlı kararlar vermeyi seçmeyen ve istemeyen insanlar, vasatlığa sığınır. Vasatlık, bir şeyi tekrar tekrar yaşamayı ve başka hiçbir yaşamamayı talep etme durumudur. Nitekim her gün aynı şeyleri yaşar, her gün kendinize dair aynı verileri kullanır ve her gün aynı şeyleri yeniden aynı şekilde düzenlerseniz; bir süre sonra, yaşayabileceğiniz farklı hiçbir şey kalmaz. Bu, bir açıdan bir rahatlık bir açıdan ise bir boğuculuk bahşeder size. Sözgelimi, tüm uzun vadeli ilişkileri/ilişkilenmeleri rafa kaldırırsınız, böylece süreklilik üzerine kafa yormanız, dününüzü ve yarınınızı düşünmeniz gerekmez artık; bunun yerine günü birlik, kısa zamanda tükenen, kendini tekrar edebilen, basit davranış kalıpları içinde “sorunsuz” bir hayat yaşayabilirsiniz. Fakat bu hayat size, farklı olan hiçbir şey de sunmaz. Bu da size, boğucu, tekdüze bir yaşamın katlanılmazlığıyla karşı karşıya bırakır.
Bu durumu, iyi ve kötü kavramlarıyla değerlendirmek boşunadır. Çünkü ortada böyle bir kavramlaştırmaya izin verecek herhangi bir zemin yoktur. Her şey ve her yaşanan ve her yaşayan aynıdır. Günlük olarak aynı duyguları tekrar tekrar yaşarsanız, bu durum kendiliğiniz üzerinde kısıtlayıcı bir unsur olmaya başlar. Bu da, hayatınızın diğer insanlardan olduğu gibi, kendi geçmişinizden de hiçbir farkı olmamasına neden olur. Bir bağımlılık durumudur bu. Belirli duygular ve belirli düşünceler içinde ve sadece bu belirlenmiş olanlarla birlikte, her gün bağımlısı olduğunuz duygu halleri ve her konu karşısında bağımlısı olduğunuz düşünme kalıpları içine hapsolursunuz.
Şu denebilir, her yarım günde bir aynı döngüyü tekrarlayan bir mekanik saat gibi, her gün aynı şeyleri tekrar tekrar deneyimleyerek nasıl olur da yaşadığımızı söyleyebiliriz? Her günü, yaşamımızda farklı bir olanak olarak görüp, farklı bir düşünme ve farklı bir duyguyu yaşama durumu olarak değil, bir önceki güne den-den koyarak yaşama durumunu nasıl da olur da bünyemizde taşıdığımızı iddia ettiğimiz bir kişilikle tanımlayabiliriz?
Kişi mi? Kişiliğin her insanda bulunan zorunlu bir yapı olduğunu söylemek ahmakça bir yargı olur. Her insanın nefes alıyor olması, bir geçmişle birlikte bir deneyimler birikimine sahip olması ve benzeri gibi temel özelliklerle donatılmış olması, her insanın bünyesinde bir kişiliği taşıması için yeter sebepleri oluşturmaz. Her günü, dünün bir bugünü veya yarının bir dünü olarak yaşamak ve bu şekilde hep aynı olan bir şey inşa etmeye kalkmak bünyenize bir kişilik katmanız değil olası tüm kişiliklerden kaçınmanız anlamını taşır. Çünkü kişilik denen şey, değişmezle, değişenin bir arada yaşanma durumu, bunların ayrımında yaşama hali ve bir yandan kalıcı bazı nitelikleri bünyenizde taşımanızı gerektiren, bir yandan da bizzat değişimin esası gereği her durumda eski halinizi bırakmak zorunda olduğunuz bir yapılanmadır. Çünkü deneyimlerimiz bilgilerimizi şekillendirirken, bilgilerimiz de deneyimlerimizi belirleyen bir ilkeye karşılık gelir. Bu şu demektir: değişmek, davranışlarımızı kalıcı olacak ölçüde ayarlayabilmemizi, kalıcı davranışlarımız da bildiklerimizi yaşayabilmemizi sağlar.
Kısacası, bir kişiliğe sahip olmak, doğru bir şekilde yaşamaya adanmak demektir. Fakat şu hiçbir suretle unutulmamak kaydıyla: doğru her durumda ve her koşulda şeffaftır. Çünkü değişeni ve değişmeden kalanı bir arada tutabilen tek zemindir şeffaflık –doğruluk. Nitekim her şeyin, her yaşananın yanında getirdiği duygusal, düşünsel ve ahlaki yükler söz konusudur. Bu da her insanın, her durumda bilinçli olduğuna işaret eder. Yani, bilincin altı, üstü, sağı ya da solu yoktur. Bilinç tektir. O, değişmeyen değişendir. Her insan, nerede olduğunu, ne yaptığını ve nerede, neyi, ne için yaptığını kesin olarak bilir! Yani, her birimiz öncelikle kendimizi bilerek yaşarız. İşte bu, bir sorumluluk durumudur. Kendimizden ve kendimizle ilgili olan her şeyden sorumluyuzdur.
Her ne kadar, insanların çoğunluğunun hiçbir sorumluluğu kabul etmek istemediği bir dünyada ve daha özelinde bir coğrafyada ve yaşam alanında yaşıyor olsak da, yani bir mediyokrasi rejiminde bulunuyor olsak da, yapılabilecek tek şey sorumluluğu inkâr etmek değildir! Çünkü böyle bir inkâr, kendi güvensizliklerimizi ve yetersizliklerimizi örtbas etmesi için bir düşünce sistemine ve bize göz kulak olacağını iddia eden bir kimseye bağlanmaktan başka bir sonuç doğurmaz. Bu sonuç da, her insan teki için, gerçekle ya da esas olanla arasındaki tüm bağlantıların kopmasına neden olur. Kendi vasatlıklarınızın güvence altına alınması için, etrafınızdaki tüm insanların da bu vasatlık ölçeğinde bulunmalarını talep etmek, açıkça ahlaksız bir seçim ve bir kişiliksizlik durumudur.
Şayet, içinde bulunduğunuz durumu ve koşulları kontrol edemiyorsanız, ona bağımlı hale gelmişsiniz demektir. (Devam edecek)
Bu yazı ilk olarak 10 Ocak 2011 tarihli Başkent Gazetesinde yayımlanmıştır.
