Yaşanan gerçeklikleri din, mezhep, etnik konumlar gibi birtakım ikincil ve daha çok da kimliksel varoluş alanlarına indirgemeye çalışan insanların aptallaştığı günleri yaşıyoruz.
Tunus’ta meydana gelen ayaklanma ve onu takip eden Mısır’daki devrim hareketi, enikonu, genel bir duyarsızlığın içine hapsolan, entelektüel etkinlikleri akademi duvarlarının içine hapseden, tarihi belli bir sonla noktalayarak, bundan sonra hiçbir şeyin olmayacağını iddia eden, bu iddialarını rasyonelleştirmeye çalışan insanlar üzerinde tam bir şok etkisi yarattı.
Tunus’taki olaylardan sonra, bir takım uzmanlar bu durumun Mısır’da gerçekleşmesinin imkânsız olduğunu, çünkü Mısır’daki en güçlü muhalefetin Müslüman Kardeşler olduğunu, onların da devrimci bir tavır takınamayacaklarını bildirmişlerdi. Fakat bu sanı boşa çıktı. Tunus’taki isyanın tesadüfî ya da bir takım güç dengeleri içinde gerçekleşen basit bir ayaklanma olmadığı anlaşıldığı an, yaşanan esasın, ısrarla kimse dillendirmek istemese de, bir sınıf çatışmasından başka bir şey olmadığı anlaşılmıştı bile. Açıkçası bu da, yaşanan gerçeklikleri bir kenara bırakıp, kendilerince yeni yeni gerçeklikler yaratma gayreti içine giren akademisyenleri olduğu kadar, böyle bir yalanın sözcülüğünü yaparak bol para kazanan bir takım sözde entelektüelleri de alt üst etti. Öyle ki, dünyada yaşanan sorunların kökeninde din, mezhep ya da etnik kimlik meselesinin olmadığını gösteren bu isyanlar, bu sözde entelektüellerin kendilerince yarattıkları gerçeğin içinde kutlamaya başladıkları zaferlere en ağır darbeyi vurdu.
Gelgelelim, günümüzde “solcular”ın bile unuttuğu bir esas olan, sınıflar arası çatışma kuramının, yani o her solcunun bol bol alıntı yapmasına rağmen hiçbir şekilde okuma zahmetine katlanmadığı Karl Marx’ta doruğuna ulaşan kuramsal iddianın, bu olaylarla birlikte kendini bir kez daha doğrulamasının şaşırtıcı olan hiçbir tarafı yoktur. Çünkü bilinmektedir ki, bir ülkede meydana gelen bir isyanın başka bir ülkedeki insanlara sıçrayabilmesi için, isyan edenlerin ortak bir özelliğinin olması gerekir ve bu ortak özellik ne denli güçlü olursa o denli etkili bir devrimsel dönüşüm söz konusu olabilir. Sanıldığının, iddia edildiğinin ya da biraz amiyane kaçsa da, yutturulmaya çalışıldığının aksine, insanlar arasındaki, bilhassa bir topluluk nezdinde bir arada bulunan insanlar arasındaki en güçlü ortak özellik, aynı mezhebe, dine, etnik kültüre değil, aynı sınıfa ait olmaktır! Nitekim bunu kavrayabilmek için öyle üst düzey bir entelektüel donanıma da gerek yoktur. İsyan eden insanların, isyan etme sebeplerine bakmanız yeter: Sokaklara dökülen insanların etnik, dinsel vs gibi düzlemler üzerinde değil, ekonomik bir düzlem üzerinde hareket ettiğini görmemek mümkün değildir. Nitekim Tunus ve Mısır’daki insanların, dinlerini ya da etnik kültürlerini özgürce yaşayamadıkları için isyan ettiklerini öne sürmek, safdillilikten öte tam bir aptallığa karşılık gelir. Apaçıktır ki, isyan eden insanlar, açlıktan, yaşamın ekonomik örgütlenişinin adaletsizliğinden ve ahlaksızlığından (ahlakın bir takım formüllere indirgenemeyecek, somut ve yaşamsal bir yapı olduğu burada bir kez daha doğrulanıyor) dem vurmaktadırlar. Bunun için isyan etmektedirler –Türkiye’deki “başını örtme”, “inancını yaşama” vs vs gibi hiçbir gerçekliği olmayan, uydurulmuş ya da apaçık bir şekilde koca bir yalan üzerine kurulmuş bir özgürlük değildir istedikleri. Somut, gerçek ve haklı bir sebep üzerine kurulu, zorunlu bir isyandır söz konusu olan. Bu yüzden, malum sözde entelektüellerin, Başbakan’dan olan bitenler üzerine, oradaki halkın lehine bir konuşma yapması için dilenmeleri ve yaptığı malum konuşmayı da “pek yerinde”, “pek doğru” olarak nitelemeleri, sonra da Türkiye’de sokaklarda coplanarak dövülen insanlar üzerine tek bir tümce sarf etmemeleri, arada hiçbir benzerlik kurmak istememeleri de şaşırtıcı değildir. Çünkü halen gerçek olan üzerine değil, yarattıkları gerçekliğin sürdürülebilir olup olmadığı üzerine kafa yormaktadırlar. Fakat boşuna kafa yormaktadırlar; Türkiye’de bir devrim gerçekleştirilmiş ve bu devrim başarıya ulaşmıştır. Sözgelimi, “başörtüsü” ve “inanç özgürlüğü” üzerine sözde isyan eden kadınlar bile bir erkeğin ikinci, üçüncü ya da dördüncü eşi olmayı asla kabul etmezler. Bu da söz konusu devrimin temel bileşenlerinden olan laikliğin, en karşıt tarafında yer alan insanlar tarafından bile belli bir düzeyde benimsendiğini gösterir. Ki, bir devrimin başarısının birincil ölçütünün o devrimin zihinlere yer eden kalıcı değerler olduğu göz önüne alındığında, bu durum Anadolu Devrimi’nin başarısını açık bir şekilde kanıtlar…
***
Mısır ve Tunus’a geri dönmek gerekirse, kuşkusuz, insanların bir arada yaşama koşulları üzerindeki bir değişim ve dönüşümün kaçınılmaz koşulu olan devrimlerin ne şekilde ve nasıl gerçekleşeceğini önceden kestirmek oldukça zordur. Dahası devrimler yerine soluk ve belirsiz bir şekilde süregelen evrimsel bir sürecin nasıl noktalanacağını kestirmek de oldukça zordur. Fakat her ne şekilde olursa olsun, varolan adaletsizlikleri ve ahlaksızlıkları noktalamanın tek yolu olan devrim, hiçbir şekilde beklenmedik ya da tesadüfî bir şekilde gerçekleşmez. O bir kaçınılmazdır. Fakat devrimlerin neye dönüşeceği ve nasıl bir seyir izleyeceği de bilinemez. Çünkü söz konusu süreç, kuramsal bir yapının kendi kendine işleyen bir saati değildir. Bu yüzden, tüm devrimlerin oluşum sürecinde nelerin yaşanmakta olduğu büyük bir önem arz eder. Öyle ki, bir devrimin akıbetini, kuramsal olarak nelerin arzu edilir olduğu değil, bir an evvel nelerin yapılabileceği belirler. Çünkü sözcüğün ve kavramın işaret ettiği en temel özellikler nezdinde, çıkış noktası özgürlük olan bir şey için, varılacak tek yer birlikte yaşama kültürünün inşasından başka bir yer değildir. İşte bu inşanın yapım süreci bazen yavaş yavaş ilerleyen evrimlerle, bazen de herkesin işe koyulduğu bir devrimle gerçekleşir. Öyle ki, son yaşanan isyanlar, dünya tarihinin bir kez daha evrimsel sürecini tamamlayıp, devrimsel bir sürece girdiğine işaret etmektedir. (Devam edecek)
Bu yazı ilk olarak 7 Şubat 2011 tarihli Başkent Gazetesinde yayımlanmıştır.