Perşembe, Ekim 23, 2025
Köşe yazısı

Devrimlerin dönüşü -3-


Pek de uzun olmayan bir zaman öncesinde, her şeyin bitmiş olduğu ve bundan sonra yaşanacak olanların tümüyle bir “yenilgi” üzerine şekillenecek olan gereksiz devinimler olacağı vurgulanmaya başlandı. İddia oydu ki, dünyaya oldukça garip bir şeyler olmuştu artık. Yaşanan saçmalıklar ve bu saçmalıkların ortaya koyduğu vahşetler karşısında akla güvenen insanların savaşımı terk edilmiş ve en göze çarpan entelektüeller bile, kendi çıkış noktalarını (yani bizzat “entelekt”i –zihni ve zekâyı–) bir kenara koyup, gizemden, anlaşılmazdan ve çeşitli tuhaflıklardan bahsetmeye yönelmişlerdi. Neticede ortaya muazzam bir kafa karışıklığı kültürü çıktı. Ve bu kafa karışıklıklarının içerisinden, bir “kurtuluş” olarak değil, tam bir “avuntu” olarak teker teker mitolojilere sarınılmaya başlandı. İlk başlarda evlerini çeşitli Kızılderili ya da bir takım Afrika kabilelerinin simgeleriyle süsleyen insanlar çıktı ortaya. Bu insanlar kendilerinin entelektüel olduğunu iddia ettiler ve bu iddialarını belli bir kesim üzerinde benimsetmeyi de başardılar. Sonra, biraz daha “kafası çalışanlar”, dünyada olup bitenleri hiç kimsenin bugüne dek bilmediği bir adada yaşayan bir grubun, bir tarikatın ya da bilmem ne hesapları yapan üç beş insanın şekillendirdiğini öne sürüp, gördüklerimizin, yaşadıklarımızın ve çektiğimiz acıların gerçek olmadığını, gerçeğin bu meçhul adadaki insanların düzenledikleri komplolardan başka bir şey olmadığını savunmaya başladılar. Öyle ki, bu tür iddialara göre, tek tek insanların dünya yüzeyinde yaşanan hayata hiçbir etkileri yokmuş, bütün olan biten belli yerlerde kümelenmiş “iyiler”le, “kötüler” arasındaki bir savaştan ibaretmiş; ve aciz birer insan teki olarak bizlere düşen, bu savaşı “iyiler”in kazanması için dua ederek beklemekmiş –ki bu “dua kültürü”, dünya yüzeyinden silinmeye başlayan dinlerin yeniden geri dönmesine sebep vermiştir. Öyle ki, bu bekleme sürecinde bir tarafa ait olmaktan daha önemli hiçbir şey yokmuş, yapmanız gereken tek şey,  kendinizi rahat hissedeceğiniz bir mekân bulup, bu mekânda yer alan kendinize benzer insanlar arasından çıkacak “kahramanlar”ın ne yapıp ettiklerini izleyebilirmişsiniz.

İyi de, hal böyleyken, Tunus ve Mısır’daki ve daha sonra diğer Arap ülkelerindeki insanlar niye sokağa çıkmaya başladı şimdi? Hayat bu denli belirlenmiş bir senaryo üzerinden akmaya devam ederken, bu insanlar ne oldu da ölümü göze almaya başladı? “Kahramanlar” onlar adına savaşırken, onlar niye savaş alanına girip risk aldılar?

*** 

Bir çocuk kendisine anlatılan masal sayesinde uyuyabileceğini bilmesinin yanı sıra, bu masal sayesinde yaşayamayacağını da bilir. Masallar eğlencelidir, iyiler ve kötüler keskin hatlarla çizilir ve bir şekilde hep iyiler kazanır. Fakat gerçek hayatta ise ne iyiler ve kötüler çok net ayrımlarla belirlenmiştir, ne de her durumda iyilerin kazanacağına dair belli bir garanti söz konusudur. Çünkü insanlar tarafından dünya yüzeyinde bir arada yaşanan hayat, hiçbir zaman için belli formüllerle açıklanmaya elverişli değildir. Belli alanlarda dayatılan belli formüllerden ne çıkacağını kestirebilmek mümkün olsa da, dayatılan formüllerin bile ne zamana dek dayatılabileceği asla belli değildir. Çünkü her formülde bir figüran olmaya iteklenen insan tekleri, “durduk yere” isyan edebilirler. Senaryonun başkarakterlerini bir kenara itip, sahneyi işgal edebilirler. Artık evrilmeyi değil devirmeyi isteyebilirler. Nitekim istemişlerdir de.

***

Geçen yüzyılda meydana gelen iki büyük savaşın faturasını, pek kıvrak bir hamleyle akla ve aklın ilkelerine çıkaran kesimler, “İşte” demişlerdi, “aydınlanmanın sonucu bu oldu! O pek güvendiğiniz akıl, bize bunları yaptı!” Bu düzeyde aptalca bir teşhisin, bu denli kabul görmesi gerçekten de şaşırtıcıdır. Gelgelim bu kabul, pek güvenilen entelektüelleri, aydınları bile afallatmıştı. Öyle ki, “Masamın başında rahat rahat kahvemi yudumlayarak romanımı, şiirimi ya da bilmem ne kitabımı yazarken ve bundan, hiçbir şeyden almadığım kadar zevk alırken, dünyanın bilmem neresinde açlıktan ölen insanlardan bana ne!” diyebilen üç beş kendini bilmeze derhal yanıt vermek varken, “Öyle ya, bize ne? Hepimiz ölüp gideceğiz ne de olsa!” diye destek veren aydınlar kapladı etrafı. Şimdi de, bu sözde aydınlar, sanatçılar ya da onlara her ne demek gerekirse, köşe bucak dolaşıp, “Bu sokağa çıkan insanlar niye bizi dinlemiyor, görmüyorlar mı yaptıkları şeyin bir devrim olmadığını” falan diyorlar. Öyle ya, yaşanan hakikatin ne olduğunu bilmek, canını göze alıp sokağa çıkan insanların değil de, masalarının başında zevkler diyarını gezen bu insanların bileceği iştir sanki! Sanki akıl, her insan tekinde bulunan bir şey değil de, sadece üç beş sözde aydına, sanatçıya, bilmem neye,  bahşedilmiş kutsal bir yetiymiş gibi, olan bitenleri bir onlar bilebilir… vs.

Her ne olursa, Tunus, Mısır ve diğer ülkelerde yaşanan isyanların neye dönüşeceğini belirleyecek olanlar, bizzat bu isyana eşlik eden insanlardan başkası değildir. Onlara ne bir formül önermek, ne de onları bir formülün içine hapsetmek kimsenin haddi değildir. Şöyle ki, yudumlamadığınız bir şarabın tadının nasıl olduğunu, nasıl bir üzümden yapıldığını ve onu içtiğiniz takdirde midenizin bulanıp bulanmayacağını vs hiçbir şeyi bilemezsiniz.

Bu yazı ilk olarak 21 Şubat 2011 tarihli Başkent Gazetesinde yayımlanmıştır.