Perşembe, Ekim 23, 2025
Köşe yazısı

Devrimlerin dönüşü -2-


Fransa’daki en büyük hukuk skandallarından Dreyfus Davasında, dönemin hükümetinin ve ordunun tüm baskılarına rağmen, davaya müdahil olan ve önemli ölçüde gecikmiş de olsa adaletin yerini bulmasını sağlayan Émile Zola, kendi çıkış noktasını şu şekilde ifade etmişti:

“Gerçek yürüyor, onu hiçbir şey durduramayacaktır.” (Zola, s.33, ayrıca s.27)

***

Evet, gerçeklik yürümesine yürüyor ve durdurulamayacağı Tunus’tan sonra Mübarek’in indirilişiyle birlikte, Mısır’da da kanıtlandı. Fakat “dünya tarihi bilicileri” ya da onlara her ne demek gerekiyorsa, yaşanan bu gerçekliği başka bir şeymiş gibi göstermekte ısrar ediyor hâlâ. Hâlâ, sanki ülke denen yapılar ete kemiğe bürünmüş tek tek insanlardan müteşekkil bir şey değil de, bizzat birtakım kişilikleri olan birer bireymiş gibi davranıyorlar: Amerika bunu düşünüyor, Avrupa şunu düşünüyormuş, Türkiye ise hiç düşünmeyecekmiş… Saçmalık! Ne Amerika’nın ne Avrupa’nın ne de belli bir toprak parçasının adı olan şeylerin, ne bir beyni ne de bir zihni vardır; düşünmek insana özgü bir yetidir, bazı insanların bir arada yaşadığı bir takım coğrafi bölgelere verilen isimlerin yetisi değil! Hele bir de “sistem” denilen ve her nasılsa, her durumda ve konumda hep kendi kazanan bir mekanizmadan söz ediliyor ki —öyle ki bu mekanizmanın ruhu bile varmış!— bu da saçmalığın daniskasıdır!

İlk olarak, gerçeklik algısını rafa kaldırıp, sonra iyi ve kötü kavramlarını inşa ederek, peşi sıra da kimin iyi kimin kötü olduğunu hiçbir zaman akışına tabi tutmadan keskin hatlarla çizen, en nihayetinde de tuhaf tuhaf varlıklar üreten (düşünen ülkeler, üzülen dağlar, taşlar, konuşan ağaçlar vs gibi) bu masallarla olan biteni anlamaya çalışmaktan vazgeçmek büyük bir önem arz etmektedir. Dünya denilen gezegende yaşayan insanların ortaya koyduğu gerçekliklerin anlaşılabilmesi için bu tip masallara bel bağlamakla kavranabilecek hiçbir esas yoktur -olmamıştır da! Nitekim John Ronald Reuel Tolkien gibi bir yazarın tasarladığı, iyilerin beyaz, kötülerin siyah olduğu fantastik bir Orta Dünya’da değil, belli fizik yasalarına tabi ve yalnızca insanların düşünüp konuşabildiği bir dünyadayız!

Bu yüzden, insanlar arasındaki tüm ilişkilenmelerin olduğu gibi devrim, isyan vb gibi olayların kavranabilmesi için de, masalsı bir şekilde değil, rasyonel bir şekilde düşünmek gerekir. İki gram veriyle dünyada olup bitenleri kavramaya çalışmanın, ya da her olan biteni belli bir masal kurgusu içine yerleştirmeye çabalamanın hiçbir anlamı, hiçbir önemi, hiçbir geçerliliği yoktur.

***

René Descartes, anlığın (zihnin/zekânın) yönetimi için öne sürdüğü kuralların içinde diyalektikçilere öykündüğü tek nokta olarak şunu ifade eder:

“Bir problem [konu] eksiksiz olarak anlaşıldığında, onu gereksiz her kavramdan soyutlamalı, en yalın duruma getirmeli ve bir sıralamada olanaklı en küçük parçalara bölmelidir.” (Descartes, s. 106)

Bu kuralın hatırlatılmasında fayda var. Nitekim bir konuyu ele alırken, dahası yaşanmakta olan bir durumu kavramaya çalışırken, bu kuralın titizlikle takip edilmesi gerekir. Bu yüzden, Tunus ve Mısır’da olanları anlayabilmek için, ilk olarak, yukarıda sözünü ettiğim tuhaf ve gereksiz kavramlardan derhal uzaklaşmak gerekmektedir. Çünkü ne kendisinden menkul devasa bir kudret sayesinde her durumda ve koşulda kazanan olan “sistem” diye bir varlık vardır, ne de tüm dünyada ve tüm insanlarca birlikte yaşanan hayat, kişiliğe bürünmüş “ülke” denen varlıklar tarafından yaşanmakta ve biçimlenmektedir. Çünkü birlikte yaşanan hayat, tek tek her insanın müdahil olduğu dinamik bir esastan ibarettir. Ve dinamik bir esas, asla ve asla statik verilerle açıklanamaz/değerlendirilemez. Bununla birlikte, kuşkusuz sistem denen bir şeyden söz edilebilir. Şöyle ki, sözü edilen bu şeyin, sadece ve sadece bir uygulayımın adı olduğu unutulmamak kaydıyla.

***

Bu uzunca parantezden sonra, Tunus ve Mısır’daki gelişmelere bakmak gerekirse, bu yazının ilk bölümünde sözünü ettiğim, evrimsel sürecin, devrimsel sürece dönüşmekte olduğu yönündeki savımı bir kez daha tekrarlamak durumundayım. Nitekim sanayileşmenin getirdiği standartlaşmanın yoğun ve bıktırıcı çalışma koşulları olarak kendini dayatması, bu dayatmanın ekonomik güç odakları tarafından hoyrat bir tüketim kültürüyle dengelenmeye çalışılması ve bu durumun insanlar üzerinde oluşturduğu anlamsızlaşma evreninin siyasi aktörler tarafından din ve etnik kimlikler nezdinde giderilme girişimi; ilk olarak ekonomik adaletsizlik ekseninde gümlemiştir. İlerleyen süreçlerde, diğer iki hususta da gümleme kaçınılmazdır. Ancak burada devrimlerin bir “kurtuluş” değil, sadece ve sadece süregelen adaletsizlikler ve ahlaksızlıklar karşısında isyan eden insanların, birlikte yaşanan hayata köklü bir değişim getirdiği bir vakadan başka bir şey olmadığını da göz ardı etmemek gerekir. Ki, tarihteki devrimler de sadece ve sadece bu anlamda bir önem arz ederler. Yoksa iyilerin kötüler karşısında kazandığı bir zafer değildir söz konusu olan! Nitekim tarihte yaşanan devrimler de bu durumu defalarca doğrular. 1789 Fransız Devrimi’nin devamında yaşananlar ortadadır. Evet, bu devrim dünya üzerindeki insanların birlikte yaşama şekilleri üzerinde köklü bir değişim getirmiştir, fakat asla bir “kurtuluş”u sağlamamıştır. Ve benzer şekilde 1917 Devrimi’nde de, yaşanan farklı bir şey değildir. Bu devrimin ilk günlerinin en etkili aktörlerinden biri olan Kronştad denizcilerinin 1921’de devrimin baş mimarı olarak gösterilen Lenin tarafından, “karşıdevrimci” olarak itham edilerek katledildiğini de unutmamak (ya da bilmek) gerekiyor.

İşte bu sebeplerden, ne devrimleri ne de başka herhangi bir şeyi kutsallaştırmayı bir kenara koyup, öncelikle devrim denen şeyin neliği üzerine sağlıklı bir değerlendirme yapmak gerekir ki, Mısır ve Tunus’ta nelerin olup bittiği anlaşılabilsin. Çünkü dünyayı değiştirmeden önce, dünyayı anlamak gerektiği açıktır. Öyle ki, anlamak denen şeyin, her şeyi, benimsenen bir masal kurgusunun içine adapte etmekle hiçbir ilişkisinin olmadığı, hiçbir şekilde unutmamak kaydıyla… (Devam edecek)


Referanslar:

  • Zola, Emile; Dreyfus Olayı; çev. Muammer Tunçer; Yalçın Yay., İstanbul 1998
  • Descartes, René; Anlığın Yönetimi için Kurallar (Kural XIII); Söylem, Kurallar ve Meditasyonlar kitabı içinde s.106; çev. Aziz Yardımlı; İdea Yayınları, İstanbul 1996. Köşeli parantez içindeki eklenti bana ait.

Bu yazı ilk olarak 14 Şubat 2011 tarihli Başkent Gazetesinde yayımlanmıştır.