Uzunca bir süredir, demokrasi denen kavramın ve onun tüm içerimlerinin, kusursuz bir tanrı olarak servis edildiği tuhaf bir dünya kuruldu. Bu dünyanın içinde, tüm iyi şeyler demokrasiye atfediliyor. Her türlü kötü ise “demokrasi-dışı” denen, ucube bir canavardan çıkıyor –tıpkı, tüm trafik kazalarının mesulü olarak trafik canavarının gösterilmesi gibi. Herhangi bir konuyla ilgili olarak, olası bir değerlendirme durumunda, iyinin-kötünün, güzelin-çirkinin, doğrunun-yanlışın ne olduğuna dair, derhal, demokrasi denen yegane-kritere başvuruluyor. Ve her şeye, demokrasiye uyup uymaması üzerinden bakılıyor. Ki bu uyup uymama üzerine uzun uzadıya tartışmalar yapılıyor. Yapılan bu tartışmalarla, bilhassa son zamanlarda moda bir deyim halini alan “ortak akıl”a ulaşılıyor ve böylece söz konusu şeyin, demokratik olup olmadığı belirleniveriyor… Muhteşem bir çelişkiler yekûnu!
Nancy, demokrasi denen şeyin “ ‘insan’ı, ‘kendi kendisi’nin riski ve şansı olarak” bir bütün halinde bağlayan bir anlam rejiminin olduğunu ileri sürüyor (s 69). Bununla birlikte demokrasinin eşitlikçi bir yönüne dair de şu vurguyu yapıyor: bu aristokratik bir eşitliktir (s.69). Yukarıdaki çelişkiler yekûnunun en ayırt edici parçası da bu olsa gerek. Çünkü, çoklukla demokrasi denen şey, fikirlerin özgürce ortaya konduğu, ve böylece her seferinde doğru olan fikre dair önemli bir adım daha atıldığı yönünde tuhaf bir inanç üzerinde yükselmeye başlayalı bir hayli zaman oldu. Gelgelelim, yaşanan gerçeklik tam aksini gösteriyor bize; ilkin fikirlerin özgürce ortaya atılabilmesi için, öncelikle bu fikirleri ortaya atacak kişilerin söz konusu olması gerekmektedir. Fakat, böyle kişiler çoklukla ya yoktur, ya da oy sayımlarından çıkan sonuç doğrultusunda derhal yok edilir. Soyut bir zemin olarak, hemen herkes bir yurttaş olarak eşittir, ve bu durum soyut bir zeminden çıkılmadığı sürece de geçerlidir, fakat söz konusu eşitlik aristokratik bir eşitlik olduğundan ve herkesin içindeki birçok insanın hem kökensel, hem ekonomik, hem de zihinsel olarak bir aristokrat olmaması; ve en önemlisi bizzat aristokrasi denen yapının bir eşitlikten önce bir ayrıcalığı ön plana alması açık bir şekilde böyle bir eşitliğin söz konusu olmadığını kanıtlar. Bu anlamda, demokrasinin öncelikle bir metafizik olduğundan söz edilebilir (s 71). Çünkü, bilindiği gibi; “herkes” denen ucube varlığın bileşenleri olan insanlar, çoklukla yönetmek, yönetilmek, seçmek, seçilmek ya da bir-arada-yaşamanın koşulları ve düzlemini belirlemek adına hemen hiçbir şey yapmaz. Çünkü, herkes denen varlık kipinin üzerinde, böyle bir ilgi söz konusu değildir. Bu yüzden, herkesin içinde yer alan insanlar, bir bütün olarak ne yaşandığının ayırdında olmadığı gibi, bizzat bir yurttaş olarak ne yaşadığını da “bilmez”. Bir yurttaş, bir birey ve daha vahimi bir insan olduğunun bile farkında olmayan bu varlıkların, fikirlerinden söz etmek ise abes olacaktır. Çünkü fikir denen şey, aristokratlara has, ayrıcalıklı bir özelliktir. Bir “kendisizlik” durumudur bu, ve “kendisi” olmayanların, ne bir risk ne de şansı bulunur yaşamın içinde. Fakat, demokrasi denen hakikat, bu açık gerçekliği göz ardı ederek, peygamberi olmayan bir din gibi herkes için en iyi olandan, en doğru olandan ve en yaşanır olandan yana net kararlar vermekte direnir. Ve bunu da bizzat herkesi kullanarak yapar. Bir bakıma her şeye ve her şeyin gidişatına bir bütün olarak karar verilir. Yani, modernize olmuş haliyle, sadece oyların sayımı sonucu ulaşılan, ve belli bir kesimin, tüm kesimler adına karar verme yetkisini ele aldığı temel durum bir yana, geri kalan her durumda da, ortak bir tartışmanın, çekişmenin ve çelişmenin sonucu olarak, bir “ortak akıl” üretilmeye çalışılır. Öyle ki, bu “ortak akıl”ın hiçbir sınırı yoktur, neredeyse üçgenin iç açıları toplamına dair bile bu ortaklıkla karar verilebilir! Fakat, öte yandan, durumun dinamitleyici olan çelişki mefhumu da kendini her durumda var etmekte ısrar eder; yani demokrasi bir yandan her şeyin herkes tarafından herkesçe belirlendiği bir yaşamı esas alırken, bir yandan da, her insanı “ne dini ne politik ne bilimsel ya da estetik hiçbir düzenleyici merci/faaliyet altına sokulamayan” bir varlık olarak kabul eder. Parçalanmışlık ve bütünleşmişliğin bir arada olma ve olamama hali iç içe girmiş durumdadır. Sözgelimi, demokrasi öncelikle ve esas itibariyle, yani sosyolojik bir gelişim ürünü olarak ele alınmasına izin verildiği oranda, laik ve din dışı bir yaşama biçimini esas alır. Fakat, bununla birlikte ilk inşa etmeye çalıştığı yapı, dinin ya dinlerin, ya da her tür inancın, “özgürce” yaşanabileceği bir binadır. Gelgelim, doğruyu ve yanlışı ve bu keskin kavramların/zıtlığın bir arada olamazlığına rağmen, bir arada tutmaya çalışan bu bina en küçük sarsıntılara karşı bile dayanıksızdır. Bu yüzden, zannedildiği gibi, her tür kötü, demokrasi dışı denen bir canavarın marifetleri olmaktan öte, bizzat demokrasinin kendi içinde yer alan çelişkilerin bir ürünüdür (s 16-17).
Bir bakıma, demokrasiyi, insanları tanrının ya da ilahi bir gücün hükmettiği bir yaşamdan alarak, tüm insanları tanrının görevlerini yerine getirmeye çağıran bir rejimin adı olarak değerlendirmek mümkündür. Ki bu durum, tüm tanrılarda bulunan, her şeyi kapsama çelişkisinin demokraside de kendini göstermesine neden olur. Yani, her tanrı gibi, demokrasi de paradoksal ve çelişkin bir biçimde, bizzat kendini kendi elleriyle yok edebilecek bir kudrete, söz gelimi kendisinden daha güçlü bir iblisi yaratma kudretine sahiptir. Ki, yakın dünya tarihinin, faşizm ve nazizm gibi “şeytanlar”ın da bizzat demokrasi tarafından yaratıldığına işaret etmesi bu durumun somut bir kanıtı olarak gösterilebilir. Fakat, bu çelişkin durumun ortaya koyduğu tek bir olasılık söz konusu değildir, çünkü, kendini bile yok edebilecek olan bir yapıyı inşa etme kudretine sahip olan bir şey, aynı zamanda kendini yok edebilecek her şeyi yok etme kudretine de sahiptir. Yani, demokrasi, bir-arada-yaşama kültürü için, bir bakıma belli bir amacı esas alan bir etik düzlem, bir bakıma da belli araçların tüm etik düzlemi yerle bir edebileceği oldukça zayıf bir zemindir. Ki bu noktadaki en mühim güçlük, amaçlar ve araçlar arasındaki ayrımın hiçbir durumda verili olmamasıdır (s 69). Nancy’nin ifadeleriyle bu noktada “Söz konusu olan, bunları [amaç ve araçları] bulmak, icat etmek ya da hatta bunları nasıl bulma iddiasında bile bulunulamayacağını icat etmektir.” (s 69) Ve elbette, bu meşakkatli yaşamanın içine atılırken, bilhassa yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren, demokrasinin ille de bir vazgeçilmez ya da en-uygun-yaşama-sistemi olarak zihinlere kazınması için tuhaf bir seferberliğin içine atılmak da gerekmez! Çünkü demokrasi ne en-olması-gereken, ne de asla vazgeçilemeyecek bir “iyi” değildir! Kısacası demokrasi de, tıpkı onun öncesinde bulunan ya da onun yerini alma iddiasında olan her rejim ya da sistem gibi ne bir mutlak, ne de bir “en-son”un adıdır.
Geçmişin hiçbir anında son bulmayan tarih, geleceğin hiçbir anında da sonlanmayacaktır.
Referans: Nancy, Jean-Luc; Demokrasinin Hakikati; çev. Murat Erşen; Monokl yayınları, 2010, İstanbul.
Bu yazı ilk olarak 22 Kasım 2010 tarihli Başkent Gazetesinde yayımlanmıştır.