Perşembe, Ekim 23, 2025
Köşe yazısı

Demokrasinin beyaz ölümü


Referandum süreci ve öne sürülen pakete karşı seçmenlerin %58’inin onay vermesi veyahut seçmenlerin %58’ine onay verdirilmesi, Türkiye’de pek de uzun olmadığı gibi, pek de sağlıklı bir geçmişi olmayan demokrasinin imha edilmesi için itilmekte olduğu uçurumun kenarına doğru birkaç adım daha sürüklenmesine neden oldu. Yaşanan bu sonuç, uzun süredir her canının istediğini yapmak için demokrasiyi bir kalkan olarak kullanmayı adet edinen ve bu yüzden de Türkiye’de zaten pek cılız olan demokrasi kültürünü hemen hemen tümüyle katleden AKP zihniyetinin istediklerini yapabilmesi için müthiş bir ortam yarattı. Artık, 90’lı yıllarda “geçişin kanlı mı, yoksa kansız mı” olacağına dair dile getirilen malum istemin kansız bir şekilde yapılabilmesi adına büyük fırsatlar yaratılmış durumdadır. Ve şayet süreç bu şekilde devam eder ve gelecek sene yapılacak olan genel seçimler sonucunda AKP adına yeni bir zafer kazanılır ise, (seçimlerde en fazla oyu almayı bir “zafer” olarak adlandırmak, demokrasi adına her ne kadar bir faciaya işaret etse de AKP için durum böyledir) bu zafer, Türkiye’deki cılız demokrasinin pek süslü mezar taşları olarak tarihteki yerini alabilir.

Elbette, somut bir varlığa işaret etmeyen yapıların ölümü mutlak bir suretle gerçekleşmez. Fakat, yine de bu tür yapılar da ölebilir. Tıpkı eski şairlerin salt bir ses uyumu adına kullandığı basit bir sözcüğün bu şekilde kullanımından ötürü tüm anlam içeriklerinin yok edilmesine benzer bir durumdur bu. Yani söz konusu yapının veya kavramın yaşamsal tüm anlamları katledilir, artık o, ya bir silah ya da bir kalkan halini almıştır. Demokrasi kavramı ve demokratik yapı için de durum böyledir. Öyle ki, demokrasi de kendi bünyesinde iki öldürücü tehdidi barındırır: kırmızı ve beyaz ölüm. Birincisi, yani ölümün rengini kandan aldığı kırmızı ölüm, demokrasinin ekonomik ve siyasal güç çevrelerinin bir ideolojisi halini alması şeklinde gerçekleşir. Kanlı bir ölümdür bu, çünkü, güçlülerin iktidar mevkisine yükselir yükselmez ilk yaptıkları şey diğer güç odaklarını bir an evvel ortadan kaldırmaktır. İkincisi ise demokrasinin seçmenlerin çoğunluğunun oyunu alarak iktidara gelen bir partinin her istediğini yapmak için kullandığı bir kalkan durumuna düşmesi şeklinde gerçekleşir. Ortada, görece ilkine göre açık açık kan akıtılmadığından ötürü bu ölümün rengi beyazdır. Bugün itibariyle Türkiye’de yaşanan gerçek de, bu ikinci duruma karşılık gelmektedir. AKP iktidarı, oy pusulasına basılacak damganın ne olması gerektiği yönünde sergilediği tehdit dilinden tutun da (“bertaraf olursunuz” söylemi), açık açık yaptığı küfürlere dek (“ananı da al git”), yaptığı her şeyin onaylanması ve “hoş görülmesi” için, durup durup demokrasiyi bir kalkan olarak kullanmaktadır. Bununla birlikte, her beyaz ölüm, sonrasında kırmızı bir ölümü de doğurur. Çünkü, bir yapının tam olarak ortadan kaldırılabilmesi için, kan akıtılması şarttır.

Kırmızı ölümde, boğaza saplanan sert bir bıçak darbesiyle son verilir demokrasinin yaşamına, fakat bunun farkına varan demokrasi bir karşı direnişte bulunabilir. Ki bu yüzden onu öldürme gayesi güden güçler için oldukça riskli bir yöntemdir bu. Nitekim, demokrasinin olası başarılı bir direnişi gayelerini gerçekleştirememek bir yana bizzat kendi ölümlerine de neden olabilir.

Beyaz ölümde ise, bıçak kullanılmadan önce demokrasinin boğazına lokal bir narkoz uygulanır, böylece demokrasi ölümünü daha rahat bir şekilde kabullenebilir, fazla bir direnç göstermez –belki de son ana dek öldürüleceğinin farkına bile varmaz. Tıpkı, hafızasını kaybetmiş bir insan gibi, geçmişinde ne olup bittiğini bilmediği için, bugün itibariyle yaşananın neye gebe olduğunu kavrayamaz bir türlü. Evet, beyaz ölüm, kırmızı ölüme oranla, daha yumuşak bir ölüm şeklidir. Ama o da bir ölümdür ve son haliyle aynı şekilde gerçekleştirilen bir katliamın ürünü olan bir ölümdür.

Şimdilerde tam da bunu yaşıyoruz işte. AKP’nin amacının, hedeflerinin ne olduğu apaçık ortada olmasına rağmen, hafızasını yitirmiş bir demokrasiyle yaşıyoruz Türkiye’de. Hemen hiç kimse, ortada olup bitenin ne olduğuna bir anlam veremiyor, “evet” demekle, “hayır” demenin arasında yer alan keskin ayrımın ve bunların doğuracağı sonucun ne olduğunu hemen hiç kimse görmüyor. Birkaç yüzyıl önce cehaletin ve ilahi hukukun ortaya koyduğu otoriter yaşama biçimine karşı bir isyan olarak Eski Yunan deneyimlerinin devşirilmesiyle yeniden ve yenilenerek ortaya çıkan demokrasinin, yani temsili demokrasinin, yazık ki, diğer alternatif sistemler gibi pek de iyi bir sınav vermediği zaman dilimleri çoktan unutulmuş durumda. Hitler gibi bir diktatörü bir toplumun başına getiren ve milyonlarca insanın ecelsiz ölümüne sebep veren sistemin adının –ama kendinin değil– bir demokrasi olduğunu hatırlayan birileriyle karşılaşmak neredeyse imkansızlaştı. Ve bugün itibariyle, bizzat yaşadığımız coğrafyada, Türkiye’de, kendi istediğini yapmayanı yok etmekle tehdit eden bir partinin ortaya koyduğu, bütün yemek artıklarının toplandığı bir bulaşık suyuna “içmek için uygundur” onayını veren sistemin adının da demokrasi olduğu, fakat yaşanan şeyin hiç de demokrasi olmadığı yine unutuluyor, yine görülmüyor, görülemiyor! Hem de, bu durumu görmesini en iyi bilen kişiler olduğu zannedilen entelektüeller tarafından bile durumun ayırdına varılamıyor! Baksanıza, tıpkı, yaşadığı dönemde dünyanın en büyük filozofu olarak gösterilen Heidegger’in Hitler iktidarının arkasında yer alması gibi, bugün de, edebiyat dünyasında pek prestijli olan Nobel Ödülü’ne layık görülen Orhan Pamuk da AKP iktidarının arkasında yer alabiliyor.

Son olarak kişisel bir not: Heidegger büyük bir filozof, fakat duyarsız ve kişiliksiz bir insan olarak yaşayıp öldü. Orhan Pamuk’un ise “büyük” tabir edilen yazarlığının bile tartışılır olduğu ve kanaatimce okuma kültürünün iyice zayıfladığı bir yüzyılda, ona layık görülen birkaç ödül dışında hiçbir gerekçesinin olmadığı ortadadır. Duyarlılık ve kişiliği hususunda ise, dünya tarihinde Simone de Beauvoir ve Jean Paul Sartre gibi yazarların çıktığı bir yüzyılın ardından, bir pudra kırıntısı kadar yer kaplamadığı apaçıktır.


Bu yazı ilk olarak 20 Eylül 2010 tarihli Başkent Gazetesinde yayımlanmıştır.