Postmodernizmle birlikte, bir sözü analiz ederek, o söz üzerinde bir şeyler söylemeden önce, o sözü dile getiren herkesten özür dilenmesini isteyen bir anlayış hüküm sürmeye başladı. Bu anlayışa göre deniyor ki: “Bir sözü söyleyen kişi, söylemek istediğini söylemiştir zaten, sizin o sözü analiz etmeniz, ona söylemek istemediği şeyleri de söyletmeyi istemenizden kaynaklanır. Yani, siz, analiz etmeye çalışarak, sözü söyleyen kişiye hak etmediği yakıştırmalarda bulunmaya ve onu belli bir zemine çekmek için zorlamaya koşullanmışsınızdır.”
Elbette böyle bir anlayışa karşı derhal şu soru sorulabilir: “Peki ne yapalım, her söylenen söz karşısında, tek yapabileceğimiz şey susmak mıdır yani?” Evet, öyle ya da böyle istenen şey tam da budur! Kim ne derse desin, söylenen her söze, yapılan her eyleme, tutunulan her tutuma ve gerçeklenen her duruşa karşı sadece ve sadece susmanız istenmektedir. Böylece insanlar arasındaki en önemli iletişim aracı olan dil olgusu, dünyanın içindeki tek varoluş kipi “izleyici olmak” ya da “gösteriye eşlik eden biri” olan kişilerden biri olarak, herkesin birbirine “bunlar da benim naçizane sözlerim, fikirlerim” diyerek ortalıkta dolaştığı ve giderek söylenen her sözün reklâm afişleri ve sloganlarının kalıpları içine hapsedildiği bir kodlar bütününe indirgenmek istenmektedir.
İskeleti olmayan bir bedenin, tüm organlarının birbirine yapışıp, yığılıp kaldığı bozuk bir organizmaya benzeyen postmodern “yapı”nın, bir yandan, yaşanan her şeyi, reklâm panoları, televizyon gösterileri ve günü birlik üretilen kaba güldürülerle kaba bir alay konusu ederken, bir yandan da sıradan veyahut sıradanlaştırılmış insanların sefaletini devşirme masalların içinde pazarlayarak satılığa çıkarmasının nedeni budur. Çünkü kimsenin bir yaşamöyküsü yoktur artık. Herkes, belli bir senaryonun içinde, bir figüran olmaktan başka bir işe yaramaz hale getirilmiştir. Tüm eleştirilerin ve yargılamaların –yani hukuk ilkelerinin– meşruiyeti yıkılmış, geçmişteki, şimdideki ve gelecekteki tüm değerler ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. Tüm entelektüel aktivitenin bir tür elitizmin (seçkinciliğin) içine tıkılmaya çalışılmasının, her tür bilgiyi iktidarla özdeşleştirmeye çalışmanın ardında gizlenen amaç da budur. Öyle ki, okumanın bir suç, düşünmenin bir gereksizlik olarak algılanmasının sebebi de budur. Herkesin her istediğini söyleyerek, bunların bir fikir, bir söz ve daha da ötesi, bir “logos”muş gibi kabul görmeyi talep ettiği bir ortamda, bir şeyler okumanın bir anlamı yoktur, çünkü her okuma sözüm ona “kendi kendini okumadan” başka bir şey değildir; düşünmede de benzer bir durum olarak, zaten her şeyin düşünülüp “bittiği”, tek yapılabilecek olan şeyin bir araştırmacı ve kolajcı olarak “onu bununla birleştirmek ya da ayrıştırmak” olduğu bir ortamda düşünmek, düşünmeyerek boyun eğmenin çok çok altında yer eden bir değerdir!
Her yapı ve her değerin, daha işe koşulmadan önce yerle bir edilip anlamsızlaştırıldığı, otomatik bir olumsuzlama mekanizmasına dönüştürülmüş olan çevrenin –yaşam alanının– içinde tüm kavrayış ve duyarlılık hislerinin katledildiği postmodern dünyanın, bilinmezi bilinen statüsüne yerleştirerek, gizemi, anlaşılmazı bir değer olarak pazara çıkarmasının ve bunları bir hayli pahalıya satıyor olmasının nedeni, “varolanı”, “varolması gereken”le bir tutma isteğinden kaynaklanır. Böylece, “olan” her şey bir “olması gereken” olarak, bu dünya içinde yaşayan her insan, kendini aşan bir kaderin boyunduruğu altında, başına gelen her tür olaya karşı sessiz ve sakin bir şekilde kalabilir. Tıpkı, ortaçağ Avrupa’sında insan olarak değil de, kul ya da bir mahlûk olarak algılanan insanlarının sessizliğine benzer bu. Çünkü, yaşanan hayat, kendimizden kaynaklı, kendi seçimlerimizle belirlediğimiz bir gerçeklik alanı değil, kaderin bize layık gördüğü yaşamöyküsünün içinde sürüklendiğimiz, başı sonu ve ortası belli olan bir senaryodan başka bir şey değildir. Ortaçağ insanları, hiç olmazsa sonunda hep de “iyiler”in kazanacağı başka bir dünya inancıyla rasyonalize ederek boyun eğiyorlardı bu senaryoya. Bugünün insanlarının boyun eğişinin ise hiçbir gerekçesi yoktur! Çünkü bazı iddiaların aksine, moderniteyle birlikte ortaçağ rasyonalizasyonunun yerini alan rasyonellik tutumu, postmoderniteyle birlikte yeniden bir geri dönüş de yaşamamıştır. Çünkü, postmodernizm sadece rasyonalizmi değil, rasyonalizasyonu da terk etmiştir. Yani bugün için yaşamlarımızı belirleyen ilke, ne akıl ne de vahiydir. Bunlar yerine, artık esas olan tek şey gösteridir, mühim olan malum senaryonun en göz boyayıcı, en ilgi çekici, en cezbedici bir şekilde yeniden ve yenilenerek piyasaya sunulması gayretinden başka bir şey değildir. Tıpkı, tıpçıların bir gün elmanın faydalarından, bir sonraki gün de elmanın zararlarından söz etmesi, fakat her durumda sözü edilen şey sadece ve sadece elma olması gibi, onu yiyen ya da yemeyi düşünen “insan”ın sayısız başka değişkenler içinde olduğu her durumda göz ardı edilir.
Sonuç olarak, ya gösteriye eşlik etmeniz ya da bir izleyici olarak onu sessizce seyretmeniz istenmektedir. Şayet gösteriye katılmak istemiyorsanız, izleyici olmanız salık verilir size; şayet izleyici de olmak istemiyorsanız, sadece ve sadece susmanız. Yoksa, seçmek, istemek, bilmek, bilmeyi istemek, düşünmek, durmak ve okumak edimlerinizle olsa olsa bir elit olur çıkarsınız.
Bu yazı ilk olarak 4 Ekim 2010 tarihli Başkent Gazetesinde yayımlanmıştır.