Aklın değil “kendi aklı”nın tutarsızlıklarını bir güvencesizlik ve yaşamı içindeki duygusal aldanışlarını bir yanlış olarak algılayan insanların düşünceler yerine inançlarla yaşamak dışında hiçbir seçeneği kalmaz.
Bu anlamda, birçok sosyologun 90’lı yılları dünya yüzeyinde inançların yeniden gün yüzüne çıkarak, düşüncelerin yerini almaya başladığı yıllar olarak değerlendirmesi bir bakıma doğrudur. Çünkü 90’lı yıllarda, kavramsal içerikten yoksun bir dilin içine hapsedilen ve teknolojik olarak hızla değişen nesnelerin ve etrafın hareketliliğini duygusal bir çöküntü olarak yaşayan insanlar, düşünmeyi ve düşünceyi kim olduğu belli olmayan başka makamlara sevk ederek, kendi küçük yaşamlarında inançlarla vakit geçirmeyi tercih eder olmuşlardır. Ancak, çoklukla gerekli kavramlaştırmalardan yoksun olarak ortaya atılan bu değerlendirmenin önemli eksiklikleri de söz konusudur. Bu yüzden de, yapılan çıkarımlar büyük ölçüde yanlış ve de geçersizdir. Söz konusu sosyologlar, öncelikle “toplum” kavramını daha güçlü kılmak adına ete kemiğe büründürmeye çabalayıp, aceleci bir şekilde, bir toplumun ahlaki ve ekonomik çöküşlerinden bahsetmeye başlarlar. Gelgelelim, ekonominin ve ahlakın, toplum kavramıyla olan ilişki aralığında milyonlarca galaksi boyutunda mesafeler bulunur. Çünkü, gerek ekonomi, gerekse ahlak öncelikle ve esas itibariyle birey, kişi veyahut bir insanla ilintili olan kavramlardır –ve çoklukla da yalnızca ve yalnızca bunlarla ilintilidir. Topluma gelince, onun ilintili olduğu şey siyasettir; yani ille de bir toplumsal çöküntüden söz etmek durumundaysanız konuşabileceğiniz alan öncelikle ve esas olarak siyaset alanıdır.
Nitekim, Türkiye’de de yaşanan buydu. 50’lili yıllarda ilk atılımını yapan, fakat, hasat dönemi geldiğinde sert bir müdahaleyle karşılaştığı için işin sonunu getiremeyen ilk menfaat iktidarı, kendini kalıcı kılamamıştır. Fakat bu atılımın mirasını iyi bir şekilde değerlendiren 80 darbesi ve Özal iktidarı, 50’lili yıllardaki deneyimden bir adım öteye gitmeyi başararak, yaptığı siyasi hamlelerin ürünlerini toplayabilmiştir. İşte bu dönem 90’lı yıllara denk düşer. Bu dönemde her ne kadar Özal iktidarı yerini başka iktidarlara bıraksa da, insanlar arasındaki sınıfsal ilişki ağı kırılarak, cemaatlerin, kimi inanç zümrelerinin ve tuhaf bir şekilde tek tek insanların iradelerini devralan kanaat önderleri ile her konuda bilgili “hoca efendi”lerin toplumu biçimlendirmeye başladıkları yeni bir ilişki ağının tesis edilmesinin önüne bu yeni iktidarlar da eşlik etmek dışında hiçbir müdahalede bulunmamıştır. Nitekim, ne konuda ne yapacağına dair, düşünsel bir süreci kendi bünyesinde gerçekleştirmekten yoksun bırakılan insanlar için, her köşe başına bir akıl hocasını ve “kanaat bilimcisi”ni yerleştirmeyi bu yeni iktidarlar da sürdürmüştür. Sözgelimi, Bülent Ecevit’in Fettullah Gülen’le arasındaki ilişkiyi bilmeyen yoktur. Öyle ki, içinde bulunduğumuz günlerde, bu durumun en rezil haliyle yaşanıyor olması, 80 darbesi ve Özal iktidarının siyasi hamlelerinin 90’lı yıllardaki yönetim kademeleri tarafından da büyük ölçüde devam ettirildiğinin açık bir kanıtıdır. Söz gelimi, bugün itibariyle yaşanan, haksızlık ve hukuksuzluklar, sadece iktidar yanlısı kesimin sürdürdüğü tutumlar değildir, örneğin, en az iktidar partisinin olduğu kadar muhalif partilerin mensupları da yolsuzluklar içinde yüzmektedir. Ve yine en kaba ifadelerle “sağcı” işverenler kadar, “solcu” işverenler de çalışanlarının haklarını gasp etmekte, mesela, her ikisi de çalışanlarının maaşlarını zamanında veyahut hiç ödememekte, ya da SSK primlerini eksik yatırmakta ya da hiç yatırmamaktadır. Öte yandan çalışan kesimde de benzer bir tablo söz konusudur, çalıştığı kurumu bir “ekmek kapısı” olarak görme yanlışı, yani “köle-olmayı-severlik” en az “sağcılar” kadar “solcular”ın da içine işlemiş bir tavır olarak bulunmaktadır. Ve durumu, bir bütün olarak ortaya koyan en önemli veri, insanların siyasi fikir, tavır ve tutumlarının hiçbir farlılık arz etmemesine sebep veren cehalet kültürünün kemikleşmiş olmasıdır. Öyle ki, bu durumu göz önünde bulunan ve birer entelektüel olarak algılanan insanların üzerinde dahi görmek mümkündür; kuşkusuz birçoğunuz çok zaman televizyonda izlediğiniz bir tartışma programında konuşan insanların, konuşulan konu hakkında hiçbir veri sahibi olmadığını, bizzat kendiniz bile konu hakkında hiçbir şey bilmiyor olsanız dahi seçebildiğinizi fark etmişsinizdir. Bunun sebebi, cehalet kültürünün ulaştığı noktanın çok ama çok uç bir dönemini yaşıyor olmamızdan kaynaklanır. Benzer şekilde, gazetelerde yazı yazan köşe yazarların önemli bir çoğunluğunun da yazdıkları konular hakkında hiç ama hiçbir birikime sahip olmadığı apaçık bir şekilde görülebilmektedir. Sözgelimi, kendi adıma, siyaset üzerine yazanların kaç tanesinin bizzat siyaset denen şeyi tanımlayabileceği üzerine ciddi kuşkular taşıyorum. Hal böyle olunca, bu gerçekliğin sokaktaki –yani kendi etraflarımızdaki yansıması, elbette bir vahametten öte tam bir rezalete denk düşüyor. “Bilgi sahibi olmadan, fikir sahibi olan” insanları bir kenara bırakın, hiçbir şeyden anlamayan, fakat her konu hakkında konuşan, dahası ne bilgi ne de fikir sahibi olan insanlarla birlikte yaşıyoruz artık.
Şimdilerde AKP tarafından devam ettirilen, dilin kısırlaştırılması, sanatsal etkinliklerin arabeskleştirilmesi, ekonomik dünyanın dolandırıcılara devredilmesi ve örtük değil apaçık bir şekilde hırsızlığın teşvik edilmesi üzerine kurulu olan Özal iktidarının, bu marifetlerinin yanına bir de dine sırtını dayayarak, ahlaklılığı öne sürüp çeşitli kutsallıklar inşa etmesi birçok insan tarafından bir çelişki olarak görülmesi, yine bu cehalet kültürünün bir kanıtıdır. Çünkü her menfaat iktidarı, iktidarının devam ettirebilmek için, ekonomik, siyasi ve kaba gücün yanında bunlardan korkmasını “bilen” cahil insanlara da ihtiyaç duyar! Tıpkı, malum hoca efendinin, Kenan Evren’i, hiç olmazsa zorunlu din dersinden dolayı büyük bir iyilik yaptığını öne sürmesi gibi(1), Özal iktidarının ve onun daha radikal takipçisi AKP iktidarının da bazı “iyilikler” yaptığından söz edilir. Gelgelelim, ne Özal ne de AKP iktidarının, birinci kısımdaki hamlelerinin üzerine bir takım kutsallıklar inşa ederek dini ve dinsel bir takım kutsallıkları pohpohlaması çeşitli cemaatler için bir çıkar anlamı taşıyabilir, fakat ne ahlak adına ne de etik bir duruş namına hiçbir özellik taşımaz. Aksine, söz konusu olan şey, bir çelişki değil bir tamamlayıcı unsurdur. Çünkü, gerçekte, kutsallıklar yaratılarak elde edilen şey, ahlaklılık değil, kanaat önderleri ve akıl hocalarının keyiflerince belirlediği kurallara uymayı ve bir dine değil bir cemaate mensup olmayı kabullenmeyi kolaylaştırmayı amaçlar. Özal iktidarı tarafından yapılan da budur ve bu da başarılı olmuştur. AKP’nin şimdilerde, insanların çoğunun üzerinde pek bilgi sahibi olmadıkları din üzerinden (ki burada, genel olarak tarih boyunca insanların birçoğunun din hakkında fazla bilgi sahibi olmamaları için özel bir çaba sarf edildiğini de belirtmek gerekir) inşa etmeye çabaladığı, yardımseverlik, dayanışma vb gibi etkinliklerin, esasında basbayağı bir şekilde insanların oylarını satın alma, kendi menfaat iktidarlarının çıkarlarına boyun eğmeyi kabullendirme adına yaptığı etkinlikler olduğunu fark etmemek için, bir insanın beş duyusundan çok daha fazlasını yitirmiş olması gerekir. Öyle ki, insanları, açık açık tehdit eden, onlara gözdağı veren, kabadayı diliyle konuşarak korkutup yıldırmaya çalışan başbakan Erdoğan’ın amaçladığı şeyi görmek, çıplak gün ışığında on metre önünüzde uzanan Everest Tepe’sini görmekten bile daha kolay bir haldedir artık.
Not: (1) Buradaki akıl yürütmeyi şu şekilde de okuyabiliriz: “Bizim cemaatimizin işine yarayan bir eylem yapan bir insan, yüz binlerce insanı katletmiş ve tonlarca insanlık suçu işlemiş olsa da, bizim tarafımızdan yine de “iyi” bir insan olarak değerlendirilmeyi hak edebilir”
(Devam edecek)
Bu yazı ilk olarak 23 Ağustos 2010 tarihli Başkent Gazetesinde yayımlanmıştır.