Siyasi güç odakları, siyasi güçlerini kaybetmeye başladıkları zamanlarda, disipline olmuş düşünce yapılarından tümüyle uzaklaşırlar. Daha normal zamanlarda onları kendi çelişkilerini ört bas etmeye çabalarken görürsünüz, böyle zamanlarda ise düpedüz çelişkilerini bir doğruymuş gibi savunmaya başlarlar. Artık onlar için mesele, saman altından su yürütmek değil, her ne pahasına olursa olsun, ellerindeki gücü kaybetmemektir. Öyle ki, bu gücü kaybetmemek pahasına, kanlı oyunların içine dalmaktan bile çekinmezler. Belli bir süredir hiçbir hesap vermeden yaşamaya alışık oldukları için, hesap zamanının yaklaştığını duyumsadıkları anlarda, tuhaf bir şekilde bizzat kendi yaptıklarının hesaplarını kendilerinin soracağını iddia etmeye başlarlar. Bu çelişik tutumları, artık vazgeçilmez acziyetlerinin son güç gösterisidir onlar için, ne de olsa, son demlerinde bile olsalar, güç, hala onların ellerindedir.
Aşağı yukarı, bu durumun kendini bir kez daha gerçeklediği günleri yaşıyoruz. Bir zamanların, “minareleri süngü, kubbeleri miğfer” olarak gören şahsiyetleri, şimdilerde darbelerden vb şeylerden hesap sormayı hedefliyor. Hal böyle olunca, konu hakkında teferruatlı bilgi sahibi olmayan insanların da kafası karışıyor/karıştırılıyor.
Referandum sürecinde, 12 Eylül’ün hesabının mı sorulacağı, yoksa yeni bir 12 Eylül mü yaratılacağı konusunda pek az insanın sağlıklı fikirleri söz konusu. Çünkü, bir bütün olarak toplumu oluşturan insanlar bu konuyla pek ilgilenmiyor. Ki, ilgilenmesi de beklenemez zaten, çünkü toplum içinde anılan bedensiz insanların ilgi odakları, esas olan durumlar üzerine değil, daha tali, ve kendilerinin deyimiyle, daha somut durumlar üzerinedir. Bununla, birlikte, “daha somut durumlar” denen şey, daha genel ve daha bütüncül esasların yansımalarıdır. Ancak, toplum bünyesindeki insanlar, yaşanan gerçeklerin bütüncül yapılarından çoklukla uzakta bulunurlar –ki toplumu yönetenler tarafından gerçekleştirilen bilinçli bir uzaklaştırma çabasının sonucudur bu. Nitekim, çelişkilerin bir doğru olarak savunulmaya başlanmasının bir başka yüzü de bu noktada saklıdır. Bir yandan, genel ve bütüncül olandan uzak tutulan insanlar, bir yandan genel ve bütüncül olanı belirlemekle yükümlendirilirler: önlerine bir oy pusulası konur ve onlardan doğru olanı seçmesi istenir. Dahası, “Neyi seçerseniz seçin, seçtiğiniz şey kesinlikle doğru olacaktır” denir. Gelgelelim, içinde bulunulan durum içinde seçmeye zorlanan bu insanların, konu hakkında gerekli verilerden yoksun olarak doğruyu seçmesini beklemenin, bir arkadaşınızın size bir peygambermiş gibi bir mucize göstermesini beklemekten pek bir farkı yoktur. Çünkü, gerek tarih, gerek düşünsel etkinliklerin gösterdiği apaçık bir gerçeklik odur ki, konu hakkında bilgisi olmadan bir seçime zorlanan belli bir insan topluluğunun, doğru denene yönelmesi ve seçmesinin hiçbir garantisi yoktur. Daha vahimi, doğru olanı seçmeme olasılığı, doğru olanı seçme olasılığından daima daha yüksek bir yüzdeye karşılık gelir. Ki, ellerinde belli bir gücü bulunduran odakların hepsi de bilir bunu. Bu yüzden, varolan toplumsal ve siyasi düzeni, halk denen insan topluluğunun daima doğruyu seçeceği üzerine geliştirdikleri saçma sapan düşüncelerini, bir düşünce olarak hiçbir savunma olanaklarının olmadığını fark ettiklerinden, düşüncelerden çok inançlardan söz etmeye başlarlar. Ve bu doğrultuda, genel ve bütüncül olanı belirlemekle yükümlendirdikleri insanların kendileriyle olan her ilişkilenmesine bir kutsallık atfederler. Ki, bilindiği üzere kutsal olan şeyler çoklukla, ulaşılması mümkün olmayan şeylerdir. Sözgelimi seçme hakkına bir kutsallık atfedilir, fakat bu aynı zamanda seçilme hakkına da bir kutsallık atfedilmesi anlamına gelir; yani, size bahşettikleri kutsal seçme hakkıyla, kendilerini seçilmiş birer kutsal olarak var ederler. Böylece, sizin elinizde sadece kutsal bir hakkınız olur, onların ise kutsal bir konumları. Ne de olsa her kutsal, öncelikle kutsanması gereken basit bir figürden başka bir şey değildir. Bununla birlikte, gerçek bir seçim, bir kişinin önüne sunulan, A, B veya C şıklarından birini işaretlemek yerine, önüne hiçbir şıkkın konmadığı ya da kişinin önüne konan her şıkkı elinin tersiyle ittiği, kendi bünyesi ve bilinciyle belirlediği bir esastır. Ki bu esas sayesinde, genel ve bütün olanı belirlemekle yükümlendirilen insanlar, günü geldiğinde, bu yükümlülerini güç odaklarının hiç beklemediği bir şekilde üstlenerek, genel ve bütün olanı hiç beklenmeyen bir şekilde de belirleyebilir.
Bu yazı ilk olarak 26 Temmuz 2010’da Başkent Gazetesinde yayımlanmıştır.