Perşembe, Ekim 23, 2025
Köşe yazısı

Kendini tekrarlayan kinizm modası


İnsanlık tarihine sosyolojik bir perspektiften bakıldığında, genel bir durum olarak, toplumu meydana getiren bireylerin, yaşanan toplumsal olaylar karşısında sergiledikleri ilksel tutum, çoklukla kayıtsızlık üzerine şekillenir. Tarihteki keskin anların hemen öncesinde kendini daha belirgin olarak gösteren bu tutum, içinde bulunulan zamanın koşullarına göre bazı farklılıklar taşımasına rağmen bir bütün olarak düşünsel dayanağını kinizm felsefesinde bulur.

Sokrates’in, bir çarşı ziyareti sırasında “Hiç ihtiyacım olmayan ne kadar da çok şey var” sözünden etkilenerek, çömezlerinden Antisthenes ve daha sonra da Diogenes tarafından geliştirilen kinizm, aslında tarihteki bu ilk ortaya çıkışı bakımından bir tür ahlaki öğreti kimliği taşır. Büyük İskender’in adeta Alaaddin’in Sihirli Lambası’ndan fırlayan bir cin gibi Diogenes’in başına dikilip, ona dilediği şeyi yapacağı sözü vermesine karşılık olarak, filozofun, komutandan sadece gölgesini eksik etmesini dilemesini anlatan öykü, söz konusu ahlaki öğretiyi açıklıkla serimler. Güçlü bir dinsel tınısı bulunan bu öğretide, tüm dünya nimetlerinden el etek çekerek, bir tür mutluluğa ve erdeme ulaşma vaadi saklıdır: Olan biten hiçbir şeyle ilgilenmez ve kendinize yetenden fazlasını istemezseniz mutluluk erdemine kavuşursunuz.

Diogenes’in öyküsü ve kiniklerin yaşama biçimi, ilk bakışta göze bir hayli hoş görünür. Ne de olsa, dertsiz tasasız ve kimseye de dert tasa oluşturmayan bir yaşama ortamında yakınılası bir şeyden söz etmek yersizdir. Gelgelelim, bir bütün olarak ele alındığında, insan sadece kendi bünyesinde ve kendi gerçekliğiyle yaşama lüksüne sahip değildir hiçbir zaman. Çünkü, insanlar bir ilişki içine girdiği ilk anda, kendi bünyesini aşan durumların içinde de yaşamaya başlar. İşte bu durumlara karşı, kinik bir tavır sergileyerek kayıtsızlıkla yetinmeye kalkmak, yazık ki, bir insanı ne mutluluk erdemine götürür, ne de dertsiz tasasız bir hayatın içine atar.

Konuyu başka bir öyküyle açımlamak gerekirse, kinizmin ahlaki yetersizliği, ünlü Kral Midas öyküsünde apaçık bir şekilde ortaya çıkar. Ülkesinin ve kendisinin sorunlarını çözebilmek için altın dışında hiçbir şeye ihtiyacı olmadığını düşünen Midas, bunun için hemen her gün tanrıya dua etmektedir. Ve bir gün, tanrı Midas’ın dualarını kabul eder, ona dokunduğu her şeyi altına dönüştürme kudretini bahşeder. Fakat, dualarının kabul olunduğunu gören Midas’ın mutluluğu pek de uzun sürmez, yemek için masaya oturduğunda iştahla üzerine üşüştüğü yiyeceklerin dokunur dokunmaz altına dönüştüğünü görünce müthiş bir şaşkınlık yaşar. Ve nihayet, çok sevdiği kızına sarılıp öperken onun da bir metal yığınına dönüşmesi Midas’ın tüm yaşama sevincini alır götürür. Haliyle derhal tanrıya yeniden eski haline dönmesi için dua etmeye başlar.

Gerek Diogenes’in gerekse Midas’ın öyküsündeki ortak nokta, olan bitenlerin bütünlüğü karşısında, yalıtılmış bir noktadan hareket etmektir. Öykülerin birbirleriyle olan çaprazlama ilişkisinden hareketle çıkarılması gereken sonuç ise oldukça çarpıcıdır: Yaşamımızı istediklerimiz kadar istemediklerimiz üzerine de kurmak zorundayızdır. Ki bu husus,  kayıtsızlık tavrının iki varoluş kipine karşılık gelir, öyle ki, kayıtsız bir insan ya istediklerine ya da istemediklerine odaklanarak yaşamaya mahkûm olur. Ve buradaki her iki seçenek de pek iç açıcı sonuçlara gebe değildir. Yani, şayet kinizmi benimserseniz ya Diogenes gibi hiçbir şey istemeyerek, kölelikte dahi mutlu ve özgürce yaşamaya çalışan bir çileci, ya da Midas gibi istediği şeyle istemedikleri arasındaki dengeyi göz ardı eden yalnız bir kral olarak yaşayabilirsiniz.

Bu haliyle kinizm, hemen her insana pek de yeğlenesi bir yaşama biçimi olarak görünmüyordur kuşkusuz. Fakat gelgelelim, tüm bunlara rağmen, eyleme konusunda rasyonelliği çoklukla en arka plana atan insanların birçoğunca, kayıtsızlık tavrı ya da kinizm, bir kez daha egemen bir yaşama tavrı olarak son günlerde yaşanan olaylar karşısında kendini yeniden göstermeye başladı. Aynı anda iki zemin üzerinde varolmayı başaramayan, bilgiden söz edildiğinde doğru bilginin, tercihten söz edildiğinde doğru tercihin kast edildiğini kavrayamayan acemi bir felsefe öğrencisi gibi, son günlerde yaşanan toplumsal olaylar karşısında da, bir giyim kuşam konusunda olduğu gibi, moda bir tavır olarak kayıtsızlık benimseniyor hemencecik. Ve bu tavır da bir “tercih” ve “doğru olan” olarak öne sürülüyor. Böylece, teması, kayıtsız olunduğunda, yaşanan olayın da kayıtsız olan kişiye karşı kayıtsız kalacağı sanısı üzerine kurulan hayat bilgisi dersleri veriliyor dört bir yanda. Öğrenci ve öğretmen ayrımının olmadığı bu derslerde sık sık “en iyi”nin ve “en doğru”nun olan bitenlerden uzak durmak olduğunu dile getiren cümleler telaffuz ediliyor. Yani bir tür yazı tura oyunu oynanıyor: Ya Diogenes olacaksınız ya da Midas.

Bu tuhaf ve bir o kadar da anlaşılması güç yaşama tavırlarının, bir bütün olarak bir arada yaşamaya yazgılanmış insanları götürdüğü sonuçlardan söz etmek oldukça yersiz olsa gerek. Ne de olsa, gözlerinizi kapayarak görüntülerden, kulaklarınızı tıkayarak seslerden sakınabilirsiniz, ama toplumsal bir felaket kapınızı çaldığında, siz de tıpkı diğer bütün insanlar gibi nefesi kesildiğinde ölmekten kurtulamayan çok bildik varlıklardan biri halini alırsınız: basit bir memeli türü.


Bu yazı ilk olarak 28 Haziran 2010’da Başkent Gazetesinde yayımlanmıştır.