Gezginin biri, yol kenarında uyuklayan üstleri başları paçavra içinde on iki tembel görür. Sırf eğlence olsun diye yanlarına yaklaşıp, içlerinden en tembel olduğunu ispatlayana 100 lira vereceğini söyler. Tembellerden on bir tanesi derhal, gezgine bu paranın kendi hakkı olduğunu iddia eder. Gezgin, 100 lirayı yerinden hiç kıpırdamayan on ikinci kişiye verir.
Öyküdeki on ikinci kişinin gerçek bir tembel, gezginin de zeki ve dürüst biri olduğuna kuşku yok. Bu öyküye benzer durumlar farklı motifler altında gün be gün yaşanıyor. Üzerlerinde taşımadıkları meziyetleri kendilerine mal eden ve yapmadıkları işleri üstlenen insanların sayısı giderek artıyor. Bir bakıma, bazı somut durumlar içinde sergilenen bu ucuz kurnazlıkların işe yaradığı yerler de oluyor. Bunun sebebi, durumların değerlendirmesini yapan insanların, öyküdeki gezgin gibi zekice bir tavrı her zaman gösterememesidir. Ancak yine de, öyküdeki durumun içine düşen bir gezginin kendisine dil döken on bir kişiden biri tarafından ikna edilmesi, anca anca bir kez yaşanabilecek bir durumdur. Çünkü, ikinci seferde gezgin, her gezgin ve her insan gibi diğerlerinden ayrı duran on ikinci kişi üzerinde düşünecek, ve düşünmenin zorunlu yasaları onu doğru olanı seçmeye itecektir. Nitekim yanlış tercihler, tıpkı tek kullanımlık ilaçlar gibidir. Sadece o an için bir işe yararlar. Ucuz kurnazlıklarla günü kurtarmaya çalışan insanların, gerçekten de bir gününü kurtardığı olur. Fakat bir bütün olarak günlerini kurtarmaları söz konusu değildir.
Her ne kadar, yaşadığımız dünya içinde, giderek artan adaletsizliklerin pekişmesi, insanlar üzerinde kemikleşen bir kurnazlık tavrı yaratmış olsa da, Marcel Proust’un yerinde bir şekilde belirttiği gibi, “herkes kötü bir oyuncu, diğer herkes de insan sarrafıdır.” (s. 379) Çünkü, kurnazlığa başvuran insan, iki temel inancı taşır bünyesinde; ilki, kendisinin çok iyi bir oyuncu olduğu yönünde, ikincisi ise, kendi dışında kalan her insanın kolayca kandırılabilecek saf bir seyirci olduğu üzerine şekillenen inançlardır bunlar. Oysa, durum tam tersidir. Her insan, hem seyirci hem de oyuncu olarak bulunduğu dünya sahnesinde, bizzat kendinden hareketle, hem kendisinin hem de etrafındaki insanların oynadıkları oyunların tümüyle farkında olarak yaşar. Mesele bu oyunları kabullenmek ya da kabullenmemek üzerine kuruludur. Yani, sözgelimi, kendi yalanlarınızı aklayabilmek için, başkalarının yalanları karşısında sessiz kalmayı seçerek birçok kirli çıkar ilişkileri kurabilirsiniz insanlarla, ki bunu yapmanızı salık veren bir yaşamın içine atılmışsınızdır. Ancak böyle bir kirli çıkar ilişkisiyle kurulan bir hayat daima bir risk altına alınmış bir hayattır. Öyle ki, karşılıklı olarak yalanlarınıza ve ucuz ya da pahalı kurnazlıklarınıza göz yumduğunuz ilişkiler, zaman ilerledikçe, yaşam içinde bulunduğunuz konumları tehdit eden bir nitelik taşımaya başlarlar. Ne de olsa, gözünü karartan bir arkadaşınız tüm yalanlarınızı, kendi yalanlarının da ortaya çıkması pahasına gün yüzüne çıkartabilir. Ki böyle durumlarla da sık sık karşılaşıldığına tanık olmayan yoktur.
Esas olarak kurnazlık ya da yalan üzerine kurulu bir hayat, bir tür dilencilik ahlakı üzerine şekillenir. İlk bakışta, dilencilik, fakirlikten ve bu ekonomik kısıtlılıktan dolayı belli bir aczin içinde bulunan insanların başvurduğu bir geçinme yöntemi olarak görülse de, çoklukla fakirlikten ve acizlikten uzak insanların dilenciliğe başvurduğu görülür. Her gün aynı köşe başında hasta çocuğu ya da annesi için dilenenlerin yalanlarını anlayamamak için ciddi bir beyin travması geçirmiş olmak gerekir –bununla birlikte ciddi bir beyin travması geçirenlerin sayısı hiç de az değildir! Öte yandan, dilencilik sadece bu en saf haliyle değil, farklı farklı konumlarda bulunan insanların da başvurduğu bir tutumdur. Sözgelimi bir yarışmada verilen ödülü, yarışmayı hakkıyla kazanarak elde etmek yerine, o ödüle olan ihtiyacı yüzünden dilenen pek çok insanla karşılaşabilirsiniz. Ya da, bir işyerinde işini iyi yaptığı için değil de, o işin sağladığı gelire olan muhtaçlığa vurgu yaparak işinden atılmamak için dilenen çalışanlara.
Bir ağustos böceği gibi temmuzun sonunun gelmesinden korkan kurnaz insanlara son olarak şunu da belirtmek gerek ki; bir gemi kaptanının görevi, gemi batarken yolcuları kurtarmaya çalışmak değil, gemiyi hiç batırmadan varacağı limana ulaştırmaktır.
Referans:
Proust, Marcel; Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde, çev. Roza Hakmen, YKY, 9. baskı, Mayıs 2001, İstanbul.
Bu yazı ilk olarak 19 Temmuz 2010’da Başkent Gazetesinde yayımlanmıştır.