Perşembe, Ekim 23, 2025
Köşe yazısı

Kafa ahlakı ve kafalardaki ahlak


Günümüzde birçoklarınca dile getirildiği gibi “yenilik”lere karşı pek yabancı kalan insanlardan biri olduğunu rahatlıkla kabul etmek pek de yadırgatıcı bulunmamalı bence. Aksine konular hakkında gerekli bilgi donanımına sahip olmadan pek çok değeri sahiplenivermenin “yenilikleri”yle kuşatılan bugünler için yabancı kalmaktan daha yeğlenesi pek az şey var gibi. Bununla birlikte konular hakkında bilgi sahibi olan kişilerin de, kendine ait anlam dünyasından yoksun çeşitli gerekçelerden ötürü doğru ve yanlış hakkında kesin tavırlar sergilemesinin de yersiz olduğunu belirtmek gerek. Artık değerler ve konular öyle bir hal aldı ki, bir konu hakkında nerede bir konuşma başlasa konuya giriş, çoklukla konuyla alakasız tuhaf kişisel hikâyelerden başlıyor. Daha enteresanı birçok konuşmada, konu, yine bu başlatıldığı yerde, alakasız bir kişisel hikâyede bitiveriyor.

Tanımlardan çok anlatılarla yaşamaya alışık olan, bu yüzden de daima olay düzeyinde varolan insanların sayısal üstünlüğü tüm toplumsal ilişkileri köklü bir şekilde değiştiriyor. Her tür anlam ve değer bu değişimle birlikte katledilirken, bu insanlar her konuyu bir olayla bağlantılandırmaya, ve konuyu o olayın geçtiği evrende boğmaya çabalıyor. Hal böyle olunca, konunun sözü edilen olayla olan bağlantısından geri kalan kısmını, yani ötesini berisini –ve belki de esasını–, ancak birkaç kişi, ki onlar da, bu süreci atlattıktan sonra konuşmaya başlıyorlar genellikle. Gelgelelim anlatılarla yaşayan olay insanları bu birkaç kişinin konuşmasına da pek müsaade etmiyor. Daha çok kendi aralarında, yaşamsal olarak sözü edilen konuyla karşılaşmamış bir insan rahatlığında, çeşitli erdem ve su götürmez kimi etik söylevleri birbirlerinin kulaklarına fısıldayarak doyumsuz bir haz alıyorlar. Bu insanlar çoklukla yüksek sesle konuşma cesaretinden de yoksun olduklarından, kendi aralarındaki konuşmalarda gerek çeşitli kitaplardan  ya da duyumlardan öğrendikleri, gerekse yaşamlarına tanık oldukları kimi etik insanlardan söz etmekten pek hoşlanıyorlar. Yani o etik insanların meziyetlerini dile getirme eylemleri sırasında, sanki o meziyetler ve ahlaki tavır kendilerine aitmiş gibi bir tutum sergileyerek, kendilerini, kendi kendilerine kutsayarak, içten içe o insan adına kendilerini yüceltiyorlar. Bu tuhaf kendini kandırma mekanizması öylesine yaygınlaşmış bir halde ki, onu ayakta tutabilmek adına her geçen gün, insanların kendini aldatmasının faydalı olduğuna dair yeni yeni çeşitli kuramlar bile geliştirilir oldu. Böylece bu insanlar başkalarının yaşam hikâyeleri üzerinden kendilerine bir varoluş alanı elde etmeye başladı. Sözgelimi, izlenen filmler, dinlenen müzikler, kullanılan aletler bu insanların üzerine bir zift gibi yapışıyor. Kimi konularda birilerinin gösterdiği mücadeleleri nedense hep de bu insanlar sahipleniveriyor. Çünkü, ölümden ancak yaşayanlar faydalanabilir! Kısacası sürekli olarak bilgeliğin yerine kurnazlık esas alınıyor. Hoş, kurnazlık ve bilgelik birbirleriyle karıştırılmaması gereken şeylerdir. Fakat şu da bir gerçekliktir ki, kurnaz insanın bilge insana olan ansal bir üstünlüğü bulunur her konumda. Ancak bu üstünlük kurnaz insanın kendi emekleriyle değil, yaşadığı zaman diliminde varolan –ve ne yazıktır ki, dünya oldu olalı varola-gelmekte olan, yaşama biçiminin ona verdiği adaletsiz bir üstünlüktür. Gelgelim bilge insanı tam bir güçsüzlük içinde bulunuyormuş gibi göstermekte doğru değil. Çünkü bilge olan insan, kendi üstünlüğünü bizzat kendi emekleriyle edinir, ve kendi emekleriyle elde edilen bir üstünlük de yıkılması en zor olan üstünlük biçimlerinden biridir. Bu durumu bir işyerinde yönetici konumunda bulunan insanlar çok iyi bilir, çünkü onların yönetim kılavuzlarında, “astlarınız hatalarınızı affeder, hatta unutur, ama samimiyetsizliğinizi ya da bir yalanınızı asla unutmazlar ve hiçbir zaman affetmezler” diye ısrarla vurgulanan bir hüküm vardır. Gerçi, gündelik yaşamlarımız bunun tam da aksini gösteren çokça örnekle bezenmiş olsa da, bu, yine de böyledir.

Her ne kadar, yaşamı nedensellikten yoksun tesadüfî olayların birlikteliği ve peş-peşeliği olarak algılamak vahim bir durum olsa da, ahlakı ve varolmayı kafada, düşünmede ve eylemede değil de, bulunmada, fısıldamada, onaylama ve onaylanmada arayan, suya sabuna dokunmadan, daima güçlünün yanında yer alan, bir takım maddi hesaplar doğrultusunda her şeyini –burada “her şey” kavramını en geniş anlamıyla kullanıyorum– satılığa çıkaran bu insanların varoluşları yine de pek göze batmıyor. Çünkü gün be gün, görmesini bilen insan sayısı azalarak, neredeyse bir son nesil ürünü olarak bulunuyor yeryüzünde. Üstelik, nedenselliğin anlık durumlarda değil, sadece ve sadece salt bir birikime tekabül eden olayların toplamında kendini gösterdiği gerçeğini görebilen bu “son nesil ürünleri”ne karşı da içinde bulundukları ortamda, durmaksızın sözde bir ricaya yaklaşan üslupla emirler yağdırılıyor, ve her dile getirilen emir bir talep halini alıyor. Her durumda “ya hep, ya hiç” konumuna itiliyorlar. Tıpkı, bir romanda derin acılar çeken bir kişinin hayatı irdelendiğinde, okuyucu yine de bu acıların bunaltıcılığı için değil de bu acıların anlatımının verdiği haz duygusuyla devam ediyorsa okumaya, bu “son nesil ürünleri”nin yaşamları da benzer bir hazla takip ediliyor. Kimsenin olan biteni ve olan biten içindeki anlamı değil de, işin sonunun ya da son sayfanın nasıl bir olayla biteceğini merak ettiği bir roman gibi.


Bu yazı ilk olarak 3 Mayıs 2010’da Başkent Gazetesinde yayımlanmıştır.