Sokrates… insanlık ve felsefe tarihinde erdemlerle süslenen, düzenlenen bir hayat… Tarihi ikiye bölen ilk filozof, bu yüzden Sokrates’ten önce ve Sokrates’ten sonra demek zorunda kalıyoruz. Hiçbir şey yazmamış ve asla göz kamaştırıcı konuşmalar yapmayan bir insan için çok ilginç bir yaşam, bir düşünce uğruna ölmeyi seçen bir yaşam.
Şunu diyebiliriz: günümüz insanı için Sokrates gibi bir karakter yabanıl olmanın bile ötesindedir. Ünlü Latin hatip Cicero, insana odaklanmasından dolayı onu felsefeyi yeryüzüne indiren kişi olarak anar – ki bu benzetme yüzyıllardan günümüze kadar devam eder: yeryüzü insandır, gökyüzü ise evren.
Bulutlar adlı eserinde devasa bir kötülüğün portresini çizen Aristophanes onu “düşünme odasında” pire sıçramalarını ölçmeye çalışan çok meşgul bir salak olarak gösteriyor. Bu denli önemli bir yazarın, bu denli önemli bir filozofu bu şekilde resmetmesi çok şey anlatıyor. Nitekim Sokrates’in ölüm cezasına çarptırılmasına yol açan iftiranın yayılmasında bu resmin çok büyük bir etkisi var.
Onun hakkında, öğrencilerinden Ksenophon’un üç eseri var: Sokrates’in Savunması; Şölen ve Anı Notları ya da Anılar. Diğer bir öğrencisi ise neredeyse tüm eserlerini onun ağzıyla yazıyor: Platon.
Tarihçiler çoğunlukla Ksenophon’un Sokrates’e sadık olduğunu öne sürer, ancak Sokrates’i insanlık tarihinde Sokrates yapan kişi tartışmasız bir şekilde Platon’dur.
Kendi adıma ondan önceki filozofların Sokrates’ten önce diye anılmalarını çok da haklı bulmuyorum. Ancak ondan sonrakileri Sokrates’ten sonra diye anılmasına itiraz etmek çok güç. Neden? Çünkü hiçbir okulu olmayan bu kişinin öğrencileri ve öğrencilerinin öğrencileri tarihe damga vuracak okullar kuruyor. Akademia’nın (atölyemiz de ismini buradan alıyor) kurucusu Platon ve Lyceum’un kurucusu Aristoteles kuşkusuz ki en önemlileri. Ancak çok daha fazlası var: Antisthenes, Aristippus, Eukleides ve daha birçokları…
Babası bir heykeltıraş annesi ise bir ebe. Pek çok ressamın tablolarına konu olan Xanthippe ile evlenmiş. Bazı tarihçilere göre bir evliliği daha var. Dönemin her entelektüeli gibi şarap içmeyi ve genç erkeklerle cinsel ilişkilere girmeyi seviyor.
Çocukluğu ve eğitimi hakkında fazla şey bilmiyoruz. Ancak dönemin tüm entelektüellerinin Atina’da toplandığı bir çağda yaşıyor – dolayısıyla her birisiyle gençken ya da yaşlıyken bir temas kuruyor ve bunu Platon’un diyaloglarından şu ya da bu şekilde takip edebiliyoruz.
Ona bir sokak filozofu diyebiliriz. Çünkü felsefeyi sokakta yapıyor. Sokakta karşılaştıklarının sözünü, çoklukla da boş sözlerini kesiyor ve onları çarpıcı sorularıyla baş başa bırakıyor.
Ünlü Delphoi tapınağına ilişkin hakkındaki kehanet muhtemelen MÖ 420’lerdedir. Yani 50’li yaşlarında Atina’nın, dolayısıyla dünyanın yaşayan en bilge insanı ilan ediliyor. Çarpıcı bir şöhret bu! En bilge insan! Savunma’dan anladığımız üzere bu şöhretini haklı çıkarmak için ironik bir şekilde çok çaba sarf ediyor ve bilge olmadığını göstermeye çalışarak en bilge olduğunu doğruluyor.
MÖ 399’daki idam cezasının arkasında bir şair olan Meletos, zengin bir tabakçı olan Anytos ve bir politikacı olan Lycon tarafından kentin tanrılarını tanımamak, yeni tanrılar uydurmak ve gençleri dinden uzaklaştırmakla suçlanıyor ve yargılama sonunda idama mahkûm ediliyor. Dönemin Atina’sındaki yasalar gereği idam kararını bizzat kendi elleriyle içtiği baldıran zehriyle gerçekleştiriyor.
Kendisinden önce Anaksagoras da benzer suçlamalarla idama mahkûm edilmiş ancak bu ceza uygulanmamıştır. Kendisinden sonra da pek çok filozof idama mahkûm edilmiş ya da doğrudan öldürülmüştür – sözgelimi çağlar sonra ilk büyük kadın filozof olarak gösterilen Hypatia da trajik bir örnektir.
Peki Sokrates neden idam edildi? Kuşkusuz gençleri dinden çıkarmak ya da ipe sapa gelmez başka sebeplerden dolayı değildi bu. Açıkçası yargıçlar da pek öyle idam etme yanlısı değildi, hatta ceza verildiğinde bile hapishaneden kaçabilmesi için pek çok şeye göz yumulmuştu. Şayet suçlamaların bir kısmını kısmen bile olsa kabul etseydi, basit bir cezayla geçiştirilecekti mahkeme ya da pek çok öğrencisi tarafından kendisine teklif edilen kaçma seçeneklerinden birini bile seçse rahatlıkla uzaklaşıp gidebilecekti Atina’dan. Ancak o ne üzerine atılan suçları kabul etti ne de kaçmayı tercih etti.
Peki, gerçekten Sokrates neden idam edildi? Yanıt çok basit: rahatsız edici bir kişidir o. Bunu en başta kendisinin ya da başkalarının ona atfettiği lakaplardan anlayabiliyoruz: atsineği deniyor ona çünkü sürekli sizi rahatsız edip kaşınmanıza yol açıyor durmadan ve engerek yılanı diye de biliniyor çünkü etrafınızda daireler çizip uyumanızı engelliyor hep ve bir de torpido balığına benzetiliyor çünkü bu balığın ısırarak yaptığı elektrik şoku etkisini o söyledikleriyle yapıyor.
Bir uzmanlığı var: sahte bilgiyi ve sahte kişileri açığa çıkarma sanatından mürekkep bir uzmanlık bu. Kendini daima bir cahil olarak gösteriyor ama aynı zamanda nefret ettiği en büyük şey olarak da cehaleti işaret ediyor bize. Bu durumda kendisinden de mi nefret ediyor acaba? Bu kısma birazdan odaklanacağız.
Ünlü formülünü biraz daha açalım: o bildiğini sanan bir bilmeyen olmuyor hiç ve bilmediğini sanan bir bilen de olmuyor asla! O bilmediklerini biliyor ve formülü hakkıyla genişletirsek neyi bilip neyi bilmediğinin gayet farkında olduğu bir hayat yaşıyor. Ve bizlere de çağlar öncesinden bu örnek hayatı bırakıyor…
***
Kendi adıma felsefe atölyelerinin, felsefe derslerinin ya da felsefeyle ilgili herhangi bir şeyin bir aktarım üzerine yapılmasını hep büyük üzüntüyle karşıladım. Her şeyden önce Sokrates’e yönelik büyük bir haksızlık bu. Çünkü ilk büyük filozof asla bilgi aktaran bir öğretmen olmadı! Elbette belirli aktarımlar yapmak gerekir, ancak aktarıma tıkılı kalmak devasa bir kişiliksizlik göstergesidir. Bundan hep uzak duralım.
Şimdi düşünmeye başlayalım. Kendini daima bir cahil olarak gösteren birinin nefret ettiği en büyük şey neden cehalettir?
Bir kavram ayrımına ihtiyacımız var gibi. Kuşkusuz cehalet bilgisizlik halinden daha fazlasıdır, ancak yine de bilgisizliği de içinde taşır. Şu hâlde kavramın önüne bazı sıfatlar eklemek doğru olabilir. Şöyle diyebiliriz belki, doğrudan bir bilgisizlik hali olan saf cehaletle, edinilmiş cehalet arasında bir fark var. Ve Sokrates, bu iki cehaleti bir arada çok iyi bir şekilde kullanıyor. Kendini daima saf bir cehaletin içinde konumlandırıyor ve muhataplarının edinilmiş cehalet içinde olduklarını gösteriyor. Ve biz buna ironi diyoruz: profesyonel bir şekilde alay etme.
Kuşkusuz edinilmiş cehaletin çok fazla çelişkisi ve çok fazla kafa karışıklığı vardır. Ancak bu çelişki ve kafa karışıklıklarını bulabilmek için doğru soruları doğru bir sıralamayla doğru bir şekilde sormak gerekir. İşte Sokrates’in yaptığı budur. Bu anlamda günümüz entelektüellerin en çok unuttuğu şeylerden biri onda fazlasıyla vardır: strateji.
Esasen ironi kendi başına stratejik bir diyalog halidir. Sokrates, her diyalogda kendi bilgisizliğinin son derece farkındadır ve son derece gerçek bir bilgisizlik halidir bu!
Güzelliğin, iyiliğin, erdemin, bizzat bilginin kendisinin ne demek olduğuna ilişkin Sokrates gerçek bir bilgisizlik halinde hareket eder. Çünkü biraz hızlı bir atılım yaparsak, ilk büyük rasyonalistlerden öğrenmiştir ki, aklın kendisi akıl verici bir şey değildir, bir başka ifadeyle akıl bir kılavuzluk rolü üstlenmez, ancak denetleme konusunda da başka hiçbir şeye rol vermez.
Şöyle diyebiliriz, Sokrates denetler. Bunun için önüne konan her bilgi iddiasını inceler, irdeler, sorgular ve başlı başına bir analiz sürecine tabi tutar. Ancak en baştan tüm bu süreçten hiçbir şeyin geçemeyeceğini de çok iyi bilir.
Bu yüzden soru sorma maharetini geliştirmeye sevk eder bizleri, çünkü sorduğumuz sorular, filozofça sorduğumuz sorular, zihnin bir an bile düşünmeyi bırakmadan, eksiksiz bir şekilde düşünmenin ne demek olduğunu anlamaya başlamamız için öncelikle kendimize sormamız gereken sorulardır. Theaitetos diyalogunda Platon’un kaleminden süzülüp onun ağzından düşüncenin ne demek olduğuna ilişkin neler söylediklerine baktığımızda bunu açıkça görebiliriz:
Ben bununla [düşünceyle], ruhun gözden geçirdiği şeyler hakkında kendi kendisiyle konuşmasını anlıyorum. Açıkçası bunu ben de bilmiyorum, ama açıklamaya çalışayım. Ruh, bana göründüğü kadarıyla, düşünürken kendi kendisiyle konuşmaktan başka bir şey yapmıyor; kendisine sorular sorup yine kendisi yanıtlıyor. Kendi söylediklerini onaylıyor ya da onaylamıyor. Yavaş yavaş ya da çok ani bir sıçramayla olsun hiç fark etmez; bir karara vardığı anda bunu kendi kendine söylüyor ve hiç kuşku duymuyor… (189e, 190a)
Ama yine de kuşkulu bir halde kalıyoruz, nitekim alıntının bittiği noktada bu kuşkusuzluk halini doxa (sanı) olarak adlandıracak ve ilerleyen pasajlarda doxanın düşünmenin sadece bir uğrağı olduğunu gösterecektir bizlere.
Şu hâlde düşünmek, daima diyalojik bir eksende, daha doyurucu bir ifadeyle çoklu bir eksende olmak demektir. Çünkü kendi kendimize, bir sanının, kanaatin ya da pek parlak bir fikrin taşıyıcısı, daha doğrusu tutsağı olduğumuz sürece hep doğru olduğumuzu sanarak kalabiliriz. Ancak kendi düşünce akışımızın vardığı bir yerde, varılabilecek farklı yerleri de dikkate aldığımız anda düşünmeye devam ederiz. Eğer bunu yapmazsak düşünmede değil düşüncede kalırız – dururuz yani, yani bir ideolog, bir bilge, bir bilmiş ya da bir şey olur çıkarız. Hayır diyor ilk büyük filozofumuz, düşüncelerde değil düşünmede kalmalıyız.
Bu yüzden bir bakış açısına başkalarının yapabileceği itirazları bizzat kendimiz yapmalıyız. Bunun için en elverişli yol kendi kendimize tartışmaktır, kendimizle diyalog kurmaktır, kendimizle konuşmaktır. Çünkü dışsal bir muhatabın aksine, içsel bir muhatap bizi kendi sanılarımızın içine tıkılı kalmaktan korur. Dışsal muhataplarımız bizi onayladığında rahatlar ve duraksarız, onaylamadığında ise rahatsız olur ve çatışırız, çatışırız ama bu çatışmayı her durumda kendi içimizde sonlandırır ve yine duraksarız! İşte bu kısırdöngüden çıkmak için dışsal değil içsel muhataplarla diyalog kurmayı salık veriyor bize Sokrates.
Düşüncede değil düşünmede kalmak…
Peki bu hep bir belirsizlik hali demek olmuyor mu? Hep bir kuşku hali, hep bir arada kalma hali? Hayır! En kısa haliyle şöyle denebilir ki, yanıtlarda durmak yerine yeni sorularla karşılaşmak için yol alıyoruz burada. Bu yüzden Sokrates sorduğu soruların yanıtın vermiyor bizlere. Ama yeri geldiğinde elbette belirli yanıtlara ulaşılabileceğini göstermeyi de ihmal etmiyor, ancak yine de parlak bir yanıt onu asla durduramıyor.
Felsefe tarihçileri sıklıkla Menon diyalogundan itibaren konuşanın tarihi Sokrates değil, Platon’un Sokrates’i olmaya başladığını dile getirir. Kendi adıma buna tam olarak katılmıyorum. Evet burada soruları terk edip bir yanıtla karşılarız, okuma yazma bilmeyen kişi meşakkatli denebilecek bir geometri sorusunu Sokrates’in sorularıyla çözmeyi başarır. Şu hâlde bir yerde hazır bilgilerimizin olduğunu anlarız ve bu bilgileri hatırlamamız yeterli olacaktır diye bir sonuca varabiliriz gibi. Ama hayır, esasen ders kitaplarında halen ısrarla bu şekilde sunulan bu saçmalık ne Sokrates’in ne de Platon’un düşünmede kalma ilkesine uygundur. Evet bu diyalogda, sonradan Menon paradoksu olarak andığımız bir paradoks sonlandırılmış ve bir şekilde bir bilgiye erişim yolu gösterilmiştir. Ancak gösterilen şey bilginin adresi değil bilgiye giden bir yoldur yine de! Ve terminolojiyi doğru bir şekilde kullanmaya çabalarsak anladığımız şeyin hazır bilgilerimizin olduğu değil bilgi için çeşitli araçlarımızın olduğudur ve bu araçları hazır mı bulduğumuz yoksa sonradan mı edindiğimizin bir önemi yoktur. Önemli olan bilgi için araçlarımızın olduğudur ve bu araçları doğru bir şekilde kullanmamız gerektiğidir.
Günümüzde pek çok filozofun tekrar tekrar vurguladığı gibi anımsama teorisi tümüyle bir efsanedir ve ne Platon ne de Sokrates böyle bir teori peşindedir.
Mesele hakikati anlaşılır kılma meselesidir. Nasıl oluyor da bazı şeyleri yapıyor ve yaptıktan sonra beklediğimiz sonucu alabiliyoruz. Yani nasıl oluyor da bazı şeyleri bilebiliyoruz?
Sadece aklımız sayesinde mi? Akıl, karşılaştığı sorunları çözebilir, çünkü sorunlar en fazla çözülebilecek zorluklardan başka bir şey değildir. Ancak bir de kendi gücünün yetmediği haller vardır aklın, bir sorun değil de meşakkatli bir soruyla karşılaştığı hallerdir bunlar. Ve bu hallere pek çok kimsenin dediği gibi bir gizem demek felsefeye ihanet etmek olur. Gizemli bir şey yoktur, çünkü soru hiç de gizemli olmayacak bir şekilde çırılçıplak bir halde ve açıkta durmaktadır. Zihin gözlerimiz, gerekli zahmeti katlanarak sorunun her tarafına bakabilir ve onu her açıdan görebilir. Ancak etrafında ne denli dolaşırsak dolaşalım, her bir yerine ne denli bakarsak bakalım asla bir yanıt alamayacağımız sorular vardır, sonradan Aristoteles’in ilk felsefenin, daha yerinde bir ifadeyle esas felsefenin soruları diyeceği sorulardır bunlar. Sözgelimi varlık nedir? gibi sorular.
Sokrates kuşkusuz onu Platon’dan ayırmakta en çok zorlandığımız ve tam da bu yüzden Platon’u onunla bir yapan bu noktada, yani tüm filozofları bir araya toplayan bu konuda adeta şunu söylüyor gibidir: Bu soruları yanıtladığımızı sanıp durmayalım sakın, hep bu sorularla kalalım ve hep bu soruları anlamaya çalışalım.
Bu yüzden olsa gerek böyle sorularla karşılaşıldığı her anda hemen bir mit, bir öykü anlatmaya başlar bize ve bu öykülerin önemini vurgular hemen. Burada mesele bir öyküye başvurmayı gerekli kılanın ne olduğu meselesidir. Ve bu felsefe tarihinin en can alıcı gündemidir; ne oluyor da bir öyküyle baş başa buluyoruz kendimizi ya da ne oluyor da bir öykü bize düşünmekte olduğumuz şeyi açıklayıveriyor. Aklın bile anlayamadığı bir şeyi bir öykü nasıl anlatabiliyor?
Bu oturumu birkaç durak noktasıyla sonlandırıyorum: Bulabileceğimize dair hiçbir kanaatimiz olmasaydı hakikati arar mıydık? Ya da farklı bir versiyon olarak bulabileceğimizi düşünmediğimiz bir şeyi arar mıyız?
Bu metin Felsefe Kültür Sanat Derneği bünyesinde yürütülen Noesis: Felsefeyle Yaşamak atölyesinin 17 Ocak 2024‘teki ikinci oturumu için hazırlanmıştır.