Pazartesi, Aralık 8, 2025
Köşe yazısı

Çok kültürlülük projesinin arka odası


İkinci kattan başlanan bir inşaatla karşılaşan kimse yoktur. Çünkü bu durum bir imkânsızlığa tekabül eder. Bununla birlikte söz konusu olan inşaat bir düşünce alanında gerçekleniyorsa, ikinci, üçüncü, hatta yüz kırk beşinci kattan başlanan birçok inşaatla karşılaşmak giderek yaygınlaşıyor. Televizyon, gazete ve dergi gibi, çoklukla popüler tartışmalara yer veren kitlesel iletişim araçlarında da bu durum kendini giderek pekiştiriyor.

İnşaat örneğini tesadüfen vermiyorum. Çünkü, bilindiği gibi kültür sözcüğünün kökeni bizzat inşaat kavramına işaret eder. Latincedeki “colo, colere” (inşa etmek, bezemek, süslemek) fiilinden türeyen “cultura” sözcüğü, olasılıkla Fransızca vasıtasıyla Türkçeye geçmiştir. Osmanlı döneminde, belki daha da önceleri kullanılan Arapçadaki “hars” sözcüğünün anlamında da inşaata gönderme yapan bir çağrışım vardır. Zira “hars” sözcüğü de “tarla sürmek” fiilinden türetilmiştir. Çağdaş Türkçede pek bir yaygınlık kazanamayan “ekin” sözcüğü de, gerek “cultura”nın gerekse “hars” sözcüğünün etimolojik yapısına mümkün olduğunca sadık kalmaya çabalayan bir anlamsal tınıyı barındırır bünyesinde.

Hal böyleyken son dönemlerde giderek yaygınlaşan, sözcüğün tarihsel kökeniyle hiçbir ilintisi olmayan bir tartışma kapladı ortalığı. Adım başı teşvik edilen, pohpohlanan, üzerine övgüler düzülen bir “çok kültürlülük” kavramı ortaya çıktı. Düşünmenin bir ürünü olan fikirlerin yerini ne zamanki basit önyargılardan kaynaklı basmakalıp fikirler almaya başlarsa, ortaya somut hiçbir karşılığı olmayan, yalnızca içi değil dışı da boş olan –yani ortada ona ulaşılabilecek hiçbir zeminin olmadığı– kavramlar çıkar. İşte, politikacıların ağızlarına doladıkları, “talihsiz açıklama” deyimi gibi, “çok kültürlülük” de bunlardan birisidir.

Öncelikle, herkes bilir ki, “talihli bir açıklama” diye bir deyimin karşılık geldiği hiçbir zemin yoktur, haliyle kendini peşinen bir şeyin karşıtı olarak konumlayan “talihsiz bir açıklama”nın da, zemini bir kenara bırakın, hiçbir mevcudiyeti yoktur. “Çok kültürlülük” deyiminde ise durum biraz daha karmaşık. İlk olarak, niceliksel değil de (yani ölçülebilen değil de), niteliksel bir vurguyu esas alan kültür kavramının “çok” sıfatıyla birleştirilmesi tuhaftır. Bununla birlikte, buradaki “çok”un, “az”ın karşıtı olan “çok” değil de, farklılıkları belirten “çok” olduğu hemen herkesçe bilinir. Yani çok kültürlülükten kasıt, başka başka kültürlerin bir arada bulunması ve bunların birbirleriyle uyum içinde varolması esasına dayanan bir yaşama ortamı örgütlemeyi öngören bir projedir. Bu projeye göre, farklılıklar birer zenginlik olarak algılanmalı ve bu haliyle de, fakirleşmekten uzaklaşmak adına daima geliştirilmelidir.

Gelgelelim, bu proje, içinde daima bir zemin eksikliği yaşar. Üzerine yapılanabileceği, onu taşıyabilecek olan hiçbir toprak türü bulamaz. Çünkü, yazımın başında belirttiğim gibi, projenin ilk aşaması unutulmuş, hiçbir zemin araştırması yapılmadan, inşaata ikinci kattan başlanmıştır. Ki bu sebepten, ilerleyen her aşamada, bir balonun etkisi altında olduğu hava akımına tabi oluşu gibi ortalıkta bir o yana bir bu yana sürüklenip gitmekten kendini alamayan bir malzeme söz konusudur sadece. Onu sahiplenmek isteyen kişilerin ne yapacağını bilmemesinin sebebi de budur. Bu yüzdendir ki, çok kültürlülük savunucuları, tuhaf bir çelişkinin içine hapsolarak, tarihi durdurmaya ve kalıtsal bir yapının içine kendilerini hapsetmeye çabalarlar. Vurgular daima, tarihin neler getirdiği üzerine odaklanır. Yani, kültür denen şey, ebeveynlerinin göz rengini alan bir çocuğun taşıdığı genetik kodlara benzer bir koda indirgenir. Böylece herkes, kendi ait olduğu kökenin ona verdiği kutsal kodların taşıyıcılığını yapmakla yükümlenir.

Kısacası, bir yandan, tarih ve zaman durdurularak, herkese kendi küçük adalarında mutlu mesut yaşayabileceği bir yaşam alanı sunulurken, bir yandan da çelişkili bir biçimde herkesin bir arada olduğu ve birbirini zenginleştireceği bir ortak alan vaat edilir. Fakat bu vaadin gerçekleşmesi olanaksızdır. Çünkü, etkileşimin sıfırlandığı, ayrışımın teşvik edildiği ve kişisel olarak her tür varoluşun genetik bir kod taşıyıcılığına indirgendiği bu tür bir projeden, bir arada yaşayabilme ve zenginleşme gibi sonuçların çıkacağını sanmak aklı ve mantığı bir rafa kaldırıp, bir tür yağmur duasına çıkmaya benzer.

Konuya, daha güncel ve siyasi açıdan bakmak gerekirse, çok kültürlülük, bir türlü üzerine yapılanabileceği bir zemin bulamamasına rağmen, dünyayı ulusal kültürlere ayıran bir yapıyı inşa etmeye çabalamaktadır. Gelgelim buradan birbirini besleyen büyük bir ortak yapı ortaya çıkması olanak dışı olsa da, üzerindeki yapıyı ancak çok kısa bir süre taşıyabilecek olan bazı zeminler üzerinde, birbirine karşı düşmanlıklar üreten binlerce küçük yapı ortaya çıkabilir. Nitekim, çok kültürlülük projesinin gidişatı göstermektedir ki, ortada, farklılıklar arasındaki doğruluğun araştırılmasına ve bu doğruya doğru yönelmeye dair en ufak bir çaba ve niyet söz konusu değildir. Aksine, çok kültürlülük projesi sistematik bir şekilde “eşitlik”in ve doğrunun bir karşıtı olarak kullanılmaktadır. Bu projenin, yeni insani değerler üretmek gibi bir kaygısının olmadığı da açıktır, çünkü ahlaki değer alanındaki her tür üretime karşı oldukça yobaz bir baskılama uygulanarak her kesim kendi kökensel değerlerine hapsedilmek istenmektedir.

Son olarak, “kültür” ve “kimlik” gibi dinamik kavramları, “köken” ve “geçmiş” gibi durağan kavramlarla değiştirerek, insanları, doğruların ve yanlışların araştırılması zahmetinden kurtaran bu projenin arka odasında, açık seçik bir şekilde ırkçılığı teşvik eden, her bir kimseyi bir mahlûk konumuna indirgeyen amacı ve niyeti görmemek, ciddi bir göz hastalığından çok daha öte bir şeye karşılık geliyor olsa gerek…


Bu yazı ilk kez 4 Ocak 2010 tarihli Başkent Gazetesinde yayımlanmıştır.