Pazartesi, Aralık 8, 2025
Köşe yazısı

İktidar, hukukçu ve işbirlikçi entelektüel üçgeni


Şimdilerde, özsel olarak devasa bir çelişkiyi barındıran bir söylemin gölgesi altında, doğruluktan çok özgürlükten, haklardan çok demokrasiden ve hakkaniyetten çok adalet kurumlarının kutsallığından dem vuruluyor. Herkes ve her şey karşılıklı bir zıtlaşmaya itiliyor. Tüm fikirler, bir çelişki yumağına dönüştürülerek, bir şey söylemektense, karşı tarafın söylemi aceleci ve alaycı bir tutumla hiçleniyor. Tartışmanın yerini, karşılıklı retorik gösterileri alıyor. Yani, öylesine, daha yerinde bir ifadeyle kişisel çıkarlar uğruna –astronomik maddi kazançlar ve kişisel hırsların tatminini sağlayacak belirli bir konum işgal etme uğruna– kılıktan kılığa girme yarışı sergileniyor. Bu olup bitenler karşısında, zinde bir zihinle şöyle bir durup biraz düşünecek olursanız, gördükleriniz gerçekten de vahim bir tabloyu ortaya koyar. Bir zamanların bağnaz dincileri, şimdi tutup da özgürlük savaşçısı oluvermiştir, bununla birlikte özgürlük nedir bilmezler. Daha dün A diye ulu orta bağıran zatlar, şimdi tutup da A-olmayan’ın militanı oluvermiştir, bununla birlikte vaktinde A’nın ne olduğunu bilmedikleri gibi şimdi de A-olmayan’ın ne olduğunu bilmemektedirler.

Aslında ortada olup bitenlerin hiçbir özgünlüğü ya da yeniliği yoktur. Bildik bir senaryodur söz konusu olan şey. Ve bu bildik senaryonun içinde, her kesim kendine özel bir rol kapma mücadelesine girişmiştir. Roller de bellidir üstelik, daha önceleri olduğu gibi bir kez daha oynanacak, ve vaktinde başkalarının sergilediği oyunculuklar, şimdi daha başkaları tarafından yeniden sergilenecektir. Mesele baş aktörlerin ve aktrislerin konumlanışında değil, figüranların belirlenmesindedir. Çünkü, daha önceleri olduğu şeklin aksine, bu bildik senaryonun içinde yer almayı hiç mi hiç istemeyen, bir figüran olmayı kabul etmeyen bir kitle söz konusudur bu kez. Ve işte şimdi, bu kitlenin ikna edilme çabasıdır tüm mücadelenin anlamı. Yoksa, demokrasinin ne olduğunu bilmeyen, dahası üzerlerinde bir toz zerresi kadar demokratik bir ilke taşımayan insanların demokrasiden söz etmelerinin bir anlamı olabilir mi? Ya da, daima özgürlük yerine biat etmeyi seçen kimselerin şimdi özgürlükten söz etmelerinin bir anlamı olabilir mi? Her fırsatta hukuku çiğneyen, adalet ve hakkaniyet yerine, her daim kendi kişisel hırs ve menfaatlerini gözetenlerin, şimdi tutup da, hak, hukuk ve adaletten söz etmelerinin bir anlamı olabilir mi? Elbette hayır. Ortada hiçbir anlam yoktur. Söz konusu senaryo içinde, baş aktörlerin ve aktrislerin hiçbirinin özgürlükle, hakkaniyetle, demokrasiyle falan alıp veremedikleri hiçbir şey yoktur. Ne de olsa onlar, esas olarak içinde bulunulan “hırsızlıklar imparatorluğu” içinde çalıp çırptıklarıyla gayet konforlu, rahat ve hiçbir vicdan izi taşımayan kişilikleriyle oldukça huzurludurlar.

Sorun şudur: Senaryonun boşluklarını dolduracak olan, akışını eskisine oranla daha iyi sağlayacak olan figüranların, yani kitlelerin nasıl yönlendirileceğidir. İşte, bu noktada baş aktörler ve aktrisler tarafından, ve elbette senaryonun uygulayıcısı olan yönetmenler tarafından, entelektüellerin bir harç işlevi görmesi istenmektedir. Birçok entelektüel bu ahlaksız işbirliği istemine sırtını çevirse de bazıları aralarından bazıları bunu kabul etmiş durumdadır. Fakat bu kez, bu işbirliğine yanaşan entelektüellerin tutumunda gözle görülür bir farklılık vardır. Tüm senaryonun gerçekleşmesinde en önemli görevi üstlenen bu zatlar, daha önceleri bilinçsiz olarak yaptıkları bu harç işlevini, bu kez yapılan işbirliği gereği “hırsızlıklar imparatorluğu”nun çalıp çırpanlarından astronomik gelirler karşılığında yapmayı talep etmektedir. Yani, ortada madem ki bir işbirliği anlaşması söz konusudur, bu kez önceleri karşılıksız olarak yaptıkları, ya da sözüm ona, kitlenin yararları uğuruna yaptıkları bu harç karma işini, şimdi tamamen kendi kişisel konforları adına yapmayı istemektedirler. Kitlenin bugünkü tutumu karşısında, işbirlikçi entelektüellerin bu ahlaksız talebi “hırsızlıklar imparatorluğu”nun iktidarları tarafından kabul görmüş durumdadır. Hem söz konusu imparatorluk, öylesine bir sermaye birikimi sağlamış haldedir ki, artık bu sermayenin devasa yükünü çeşitli tehditlerden korumak adına, bir takım işbirlikçilerle paylaşmaktan daha iyi bir seçenek yoktur önlerinde. Üstelik, söz konusu işbirlikçi entelektüeller çoktan kollarını sıvamış bir halde işe koyulmuşlardır bile. Görmüyor musunuz, hemen her gün, insanları bir kişilik sahibi olmaktan uzak tutmak için,  dini, toplumsal ya da geleneksel bir takım sözde değerler üretmeye çalışıyorlar. Kişiliği, hiçbir anlamı ve yaşantısallığı olmayan tarihsel bir kimliğe indirgemek için, soy sop bilgisine, ve bir insanın tüm hayatı boyunca zincirleneceği bir hapishaneye dönüştürmek için nasıl da uğraşıyorlar. Ve nasıl bir başarıya ulaşmış durumdalar. Baksanıza, insanın sadece, ailevi ve soy sop bağlantılarını belirten “kimlik” kavramı, insanın özselliğine ve kendiliğine hitap eden “kişilik” kavramının yerini aldı alacak neredeyse. Neredeyse, devasa bir kimliği olan kişiliksizler ordusu kuruldu kurulacak.


Bu yazı ilk kez 22 Şubat 2010 tarihli Başkent Gazetesinde yayımlanmıştır.