Pazartesi, Aralık 8, 2025
Köşe yazısı

Muhafazakârlık ya da kafa karıştırıcılığı


Simone de Beauvoir, Günümüz’de Sağcı Fikirler1 adlı yazısına, “Gerçek tektir, hata ise çok. Sağ’ın çokçu fikirlerin üstüne tünemesi bir rastlantı değildir” diye başlar (s. 87). Elbette, Sağ’ı doğrudan doğruya bir hata olarak niteleyen bu söz, muhafazakâr bir insan tarafından derhal basit bir önyargı olarak değerlendirilebilir. Fakat asıl önyargı, bu sözün bir önyargı olarak değerlendirilmesidir! 

Beauvoir’ın “çokçu fikirler”den kastı nedir? Hiçbir tutarlılık ya da mantıksal geçerlilik zemini gözetilmeden her fikrin her fikre eklemlenebileceği, rasyonel ve de samimi hiçbir tutumu barındırmayan sözde düşünme ya da değerlendirme yapılarının tümü “çokçu fikirler” üzerine şekillenir. Daha önce bu köşede sözünü ettiğim, Shayegan’ın Yaralı Bilinç adlı eserinde sık sık vurgulandığı gibi, bu yapılar içerisinde her şey her şeye yamanabilir (bkz: Kültürel Şizofreni; Günlük Haber Gazetesi; 24 Mayıs 2009). Böylece muazzam bir kafa karışıklığı yaratılır. Esas itibariyle, muhafazakârlık ve onun dayanağı olan sağcı fikirler, bir çelişkiyi bir yenisiyle değiştirmek dışında hiçbir düşünce etkinliğine yanaşmazlar. Sözgelimi, her fikre saygı duyulması istenir, gelgelim ahlaki ve dürüst olan tavır, her fikre değil sadece ve sadece doğru olan fikirlere saygı duymak, dahası onları benimseyerek bir yaşama biçimine dönüştürmekten geçer.

Gerçi bir sözcük yanılgısına düşerek, muhafazakârlığın bir fikrin muhafazasına soyunduğu sanılabilir. Fakat, aslında muhafaza edilen şey, bir fikir değil, bir çelişki yumağıdır. Öyle ki, bu çelişki yumağına dokunmak, onu çelişkilerinden arındırmak kati bir yasak olarak belirlenir. Bunun yerine, muhafaza edilen bu çelişki yumağını örtbas edebilmek adına yeni yeni çelişkiler üretilir. Mantık ve aklın denetimi yerine, paralojik bir düşünme biçimi esas alınır. Böylece her bir düşünce, yaşantısallığını yitirene dek, bir paradoksun katline tabi tutulur. Muhafazakârların her yeni şeye süratle adapte olabilmesinin anahtarı da budur zaten. Çünkü muhafazakâr bir zihin tarafından yerleşik olana ya da yerleşmeye çalışan şeye karşı ne bir ilgi gösterilir ne de karşı çıkılır. Muhafazakâr bir zihnin sloganı şudur: Yerleşik olana ayak uydur ve yerleşik olanın yerini alacak olan şey içinde kendine bir yer edin. Yani her ne olursa olsun egemen olanın yanında kendine bir yer açma gayretidir esas olan. Böylece hiçbir gerçekliği olmayan, suya sabuna dokunmayan, muhafaza edilen çelişkiler yumağından esinlenen çokçu fikirler her dönem ve koşulda kuru birer sözcük yığını olarak benimsenmeye devam edilebilir. Sözgelimi, dinlerin ve kimi ahlak kuramlarının geçersizliği çağlar öncesinden kati bir şekilde felsefi ve bilimsel olarak mutlak bir yenilgiye uğratılmış olmasına rağmen, halen bu tür yapılar üzerine çeşitli kafa karışıklıkları üretilir durur. Oysa, dünyanın evrenin merkezinde olmadığı, bir insanın 900 küsur sene yaşayamayacağı kesinlik düzeyi oldukça yüksek veriler tarafından desteklenmiş durumdadır. Fakat yine de bir yerlerde, birilerince, bu devasa zıtlıklar sözü edilen çelişki yumağının içinden atılmak yerine, yeni bir çelişkiyle pekiştirilmek için çırpınılır durur halen.

Beauvoir’ın çıkış noktası bir önyargı değil bir saptamadır. Ve ülkemizde giderek çoğalan çokçuluk yanlısı fikirlerin içinde yaşamaya koşulduğumuz bugünlerde bu saptamanın büyük bir önemi söz konusudur. Artık öyle bir noktaya gelinmiştir ki, doğru olan bir kenara atılıp, çok olan ya da çoğunlukta olanın benimsenmesi açık bir şekilde kaba kuvvet yoluyla dayatılmak istenmektedir. Aynı insanlar bir gün hukuku överken bir başka gün hukuka karşı çıkıyorlar. Bir gün demokratik olmaktan söz edip, bir sonraki gün, “ben ne dersem o olur” diyorlar. Muazzam bir kafa karışıklığı üretmek hususunda üstlerine yok doğrusu. Öyle ki, bu kafa karışıklıklarında müthiş bir noktaya gelineli çok oldu. Sözgelimi, ülkemizdeki kadınların bir kısmı, kocalarıyla ve babalarıyla olan eşit yaşamlarının(!) kendilerine sunduğu özgürlükten başları dönmüş bir halde, özgürlük hususunda tek eksikleri olan “türban özgürlüğü”nü talep eder oldular! Yani bir yandan tüm evrenin, dahası her şeyin varlığı ve oluşunu yüce bir varlığın sual olunmaz keyfiyetine indirgerken, bir yandan da tümüyle bizzat kendileri olarak tek belirleyici olmaları gereken özgürlük durumundan söz etmekte hiçbir sakınca görmez oldular. Ne de olsa, paralojik bir şekilde, bir insanın özgürce köleliği seçebileceğini düşünmektedirler. (Bu durumun muazzam bir ikiyüzlülüğü gerektirdiğine dair bakınız: Görünen Duvarlar; Başkent Gazetesi; 26 Ekim 2009)

Marxist kadercilik, muhafazakârlığın bir gün son bulmaya mahkûm olduğunu söylüyordu. Bu sav hiç olmazsa, düşünsel zeminde karşılığını bulmuştur; artık muhafazakâr düşüncelerin tümü, bir karşı-düşünceden başka bir şey değildir (s. 187). Yani, her biri, kendini ne olduğuyla değil, ne olmadığıyla tanımlayabilmektedir. Bununla birlikte, bir bütün olarak, yani hem düşünsel hem de yaşamsal olarak, muhafazakârlığın ve onun en üst noktası olan faşizmin yeryüzünden silinebilmesi için kaderci bir bakış açısına boyun eğerek olup biteni öylece izlemenin de yeni bir muhafazakârlık geliştirmek olduğunu unutan o kadar çok insan var ki etrafta…


  1. Beauvoir, Simone de (1991); Sade’ı Yakmalı mı? -Günümüzde Sağcı Fikirler-; çev. Cemal Süreya; İstanbul: Broy Yayınları.
    Metindeki tüm alıntılar ve gönderiler bu eserden yapılmıştır. ↩︎

Bu yazı ilk kez 15 Mart 2010 tarihli Başkent Gazetesinde yayımlanmıştır.