Pazartesi, Aralık 8, 2025
Köşe yazısı

Sorular ve yanıtlar


Modernize olarak kendini yenilediği öne sürülen kapitalizm, Hobbes’un Leviathan’ına doğru hızlı adımlarla ilerliyor. Sözgelimi, grev yapan işçiler işlerinden uzaklaştırılıyor. Böylece sinmeleri ve korkmaları hedefleniyor. İşverenler, zenginliklerinin içinde boğulacak bir düzeye gelmelerine rağmen, çalışanları üzerinde tuhaf ve anlaşılmaz ekonomik kısıtlamalar yapmaya başlayarak, ürettiği ürünleri alacak kesimi hesaba katmayan bir Fordizme doğru ilerliyor. Hal böyle olunca, biri çıkıp da onlara “yanlış yapıyorsunuz” demeye kalksa, bu birine hemen tehdit diliyle karşılık veriliyor. Ne de olsa, söz konusu kişilerin ceplerinde satın aldıkları öylesine güçlü doğru yanıtlar var ki, biri çıkıp da onlara “ama sorduğunuz soru yanlış” diyecek olsa, onu duymaya tenezzül edecek ne zamanları ne de kulakları var.

Gelgelelim, sorulara doğru yanıtlar veren insanlarla, doğru soruları soran insanlar arasında çok keskin bir ayrım vardır. Ki bu ayrım günümüzde giderek keskinleşiyor. Gün be gün doğru yanıtlar veren insanların sayısı giderek artarken, hangi sorulara yanıt verdiğini bilen insanların sayısı da giderek azalıyor. 1990’larda, tarihin sonuna gelindiğini iddia eden cahil Amerikan teorisyenlerinin ılımlıları –sözgelimi Robert Heilbroner, hiç olmazsa tarihin ekonomik bir sistemde durmayı benimsediğini ve bundan sonra yaşanacak sorunların ekonomi temelli değil de kültürel ve politik temelli sorunlardan kaynaklı olacağını ilan etmişti. Tarihi bir tanrı, kendilerini ise bu tanrıyla iletişime geçme şerefine nail olan kâhinler olarak gören bu zatlar, her dönemde olduğu gibi, iki üç gram veriyle aceleci bir yargıya saplanıp, kendileri dışında kimsenin fark edemediği ve de fark edemeyeceği bir esası yakalamışçasına –elbette bu esas bir sorudan çok bir yanıttır–  her şeyi bir şeye indirgeme yanılgısına düşmekten yine kaçınamadılar elbette. Oysa, insanın önceliği konusu, tarih boyunca hep tartışıla gelmiştir, ve her seferinde insanı tek bir şeye indirgeyen her iddia aciz bir şekilde yok olup gitmiştir. Ve her yok olup gidiş, her yanıtçı zihniyetin akıbeti olan, bizzat kendi amacını tersine çevirir bir biçimde gerçekleşmiştir. Nasıl mı? Rasyonalistler insanı bir beyin olarak görmekte ısrar edince akıl-dışı bir rasyonelleştiriciyle, spiritüalistler insanı kalbe indirgemeye çabalarken kalpsiz ve duygusuz bir kösnülle, insanı bir mide olarak gören ekonomistler doymak bilmeyen bir canavarla, ve nihayet insanı cinsel organına indirgeyen psikanalistler de hedonist bir salakla karşılaşmak durumunda kalmışlardır. Hepsinin de ortak hatası bütün yerine parçaya bakmaktır. Bir Fransız atasözü, parmağın işaret ettiği yer yerine parmağa bakmanın ahmaklık olduğunu dile getirir. Oysa asıl ahmaklık parmağın bizzat kendisi yerine parmağın işaret ettiği yere bakmaktır. Çünkü sorular yerine yanıtların içinde bocalayıp duran insanlar, ancak ve ancak pirincin içindeki siyah taşları fark edebilir, bununla birlikte pekâlâ, pirincin içinde beyaz taşlar da bulunabilir. Ve elbette, siyah taşlar kadar, beyaz taşlar da bir dişi kırabilir. Zira size parmağıyla bir yeri işaret eden kişi, siz o yönde ilerlemeye başladığınızda, gelip sizi arkanızdan vurabilir.

Bununla birlikte, hiç kimsenin hemencecik, kendini bir beyin, kalp ya da mideye indirgemek gibi bir çabası yoktur elbette. Kuşkusuz ki ortada bir tehdit durumu söz konusu. Zira doğru yanıtları bilenlerin çoğaldığı bir dünyada, insanların en yozlaşmış konuşma hallerinden biri olan tehdit dilinin giderek yaygınlaşan bir iletişim biçimine bürünmesi tesadüf değildir. Sözgelimi işçilerle işverenler arasındaki çatışmada, grev yapan işçileri “Mideniz boş kalınca da bu grevi yapabilecek misiniz acaba!” diye tehdit eden kesim, elbette ki o işçileri sadece mideden ibaret bir ucube olarak görmekte ve onlara “Siz sadece bir midesiniz, haddinizi bilin!” demek istemektedir. Gelgelim bu durum, hiçbir suretle doğru sorular yerine doğru yanıtlara yönelmenin bir bahanesi olamaz. Yine bir atasözüyle bitirmek gerekirse, İspanyolların dediği gibi, tehdit edilen onca insan sapasağlam yaşamaya devam ediyor.


Bu yazı ilk kez 21 Aralık 2009 tarihli Başkent Gazetesinde yayımlanmıştır.