Bilmek denen şeyin ilk çağrıştırdığı anlam kümesinin “haddini bilmek” olduğu bir çağın olgunluk dönemini yaşıyoruz. Günümüzde, bilen insandan karşısındaki gücün devasalığını idrak etmesi ve onun karşısındaki acizliğini görerek, köşesine çekilip pısıp kalması bekleniyor. Günümüz profesörlerinin eski çağlardaki filozof ve bilginlerle arasındaki en derin ayrım da burada yatıyor. Bir zamanların bilgi ve cesareti birbirinden ayrılamayacak bir bütün olarak gören filozoflarının yerini, şimdilerde çeşitli bilgi odaklarında uzmanlaşmış profesörler alıyor. Bu profesörler, daima bilgiyle korkuyu bütünleştirmek, her şey karşısında hiçbir şey yapılamaz algısını pekiştirmek için kullanıyorlar kalemlerini.
Eski Yunan filozoflarının bilgi ve cesareti birbirinden ayırma konusunda yaşadıkları güçlü çekincelerden bir tekini yaşayan profesörlerle karşılaşmak neredeyse imkânsızlaştı. Bilgi denen şey, üniversitelerin kürsülerinde mezarlık bekçiliği yapan akademisyenlerin tekeline bırakılmış durumda artık. Bu mezarlıklarda çalışan, günümüz dünyasının toplum düzenini inşa etmekle yükümlü mühendisler, bilginin ölüsünü devasa anıtlar yaparak gün be gün kutsallaştırıyorlar. Toplumun geri kalan üyelerinin tapınarak kendilerini avutabilecekleri görkemli tapınaklar yapıyorlar.
Niye mi bir mezarlık söz konusu? Çünkü bilgi denen şeyin öldürücü olduğunu göstermek istiyorlar. Bilmeye kalkarsanız, ölümle yüz yüze kalmak zorunda kalırsınız, demek istiyorlar. Hemen her insan bu durumu çoktan kavramış halde zaten. Bilgi denen şeyle en ufak bir ilişkiye girme konusunda ilk tepkilerin daima uzaklaşmak, kaçmak, ortalıktan sıvışıp gitmek olduğuna tanık olmayan var mıdır? Ya da, okuduğu kitapların beynini yıkadığını öne süren ebeveynler ve gün görmüş geçirmiş yaşlılarla karşılaşmayan? Yoksa, bizzat insana anlama durumunu inşa eden, bizzat bilgi denen şeyi üreten felsefeden uzaklaşmanın bir anlamı olabilir mi? O mezarlıkta yatan filozofların, anlaşılması güç, karmaşık, kafa karıştırıcı şeyler kaleme aldıklarını söylemenin başka bir açıklaması olabilir mi? Ben bir kez daha burada yinelemek durumundayım ki, en geniş anlamıyla bilgi denen şey, bizzat felsefenin bir ürünüdür, onun inşa ettiği bir yapıdır.
Peki ama, niye böyle bir dünyanın içine hapsolup gidiyor insanlar? Çünkü, korkmak dışında yapıp ettikleri hiçbir şey kalmamış ellerinde. Her şey ve herkes karşısında tek yapabildikleri şey korkmakken, bir yandan da hiçbir şeyi anlamamaktan, bilmemekten şikayet ediyorlar. Ne çelişki ama! Oysa, binlerce yıl öncenin filozofları, yani bizzat bilgi denen şeyi üreten, insan yaşamına bilgi denen şeyi katan filozoflar bilgiyle cesaretin hep bir bütün olarak ortaya çıktığını vurguluyorlardı. Sözgelimi Platon, bir insanın bir bilgiyle karşı karşıya gelebilmesi için, o bilgiyi özümseyecek cesarete sahip olması gerektiğini söylemekteydi. Yani bilgi, Eski Yunan’daki adıyla episteme, ancak cesur insanların erişebileceği bir besin olarak değerlendirilmekteydi. Ve bu besine ulaşılır ulaşılmaz insanın kimyası değişmekte; yapıp etmelerine bu bilgi eşlik etmekteydi. Böylece bilgiye, epistemeye ulaşan insan, bir bilgi dostu (filozof) olarak, hem cesur, hem erdemli, hem de duyarlı bir kişilik sahibi olmaktaydı. Günümüzde ise bilgi kavramının epistemeden çok çok uzaklara düştüğü/düşürüldüğü açıktır. Artık bilgi denen şeyler, hayatı kolaylaştıran ya da belirli bir iktidar sahibi olmanızı sağlayan araçlar olarak görülüyor.
Eski Yunan’da, episteme kavramı daima kendine eşlik eden cesaret kavramıyla birlikte insana duyarlılık katarken, günümüzdeki bilgi kavramı kendine eşlik eden korku kavramıyla birlikte insanı pısıp kalmaya itiyor. Evet, durum tam da budur; bilmek denen şeyin ilk anlamı artık “haddini bilmek” olarak algılanmaktadır. Uzmanlaşma adı verilen sözde bilgi odakları üzerinde yükselen profesörler, epistemenin gerektirdiği cesaretten bir kırıntı dahi taşımamaktadır üzerlerinde. Bir yandan, bilim için, insanlık için uğraştıklarını söylerlerken, bir yandan sistemin kendilerini bir çark olarak kullandığını, bu çarkların arasında ezilip gidenlerden olmaktansa bizzat çarklardan biri olarak yaşamayı, ezen olmayı seçtiklerini kabul etmiyorlar. Öylece mezarlık başında bekleyip durmayı bilmeye, cesaretlenmeye yeğ tutuyorlar…
Bu yazı ilk kez 2 Kasım 2009 tarihli Başkent Gazetesinde yayımlanmıştır.