Perşembe, Ekim 23, 2025
Köşe yazısı

Görünen duvarlar


Daima sırtını kutsal bir duvara dayayan din modacılarının pek sevdiği bir yaklaşım bir kez daha tekrarlanıyor; deniyor ki, içinizdeki görünmeyen duvarları yıkmanın zamanı gelmiştir. Bir kez daha, insanın içine, bilinmeyene dair bir gönderme yaparak sözde bir kurtuluş yolunun haritası “önyargılarınızı yıkın” nidalarıyla çiziliyor. Bir kez daha, özsel çelişkiler ve bunu takip eden pratik ikiyüzlülükler, içinde bulunulan durumun içinde geçici bir konum edinilerek örtbas edilmeye çalışılıyor. Dinin, toplum üzerinde yapıcı ve birleştirici bir özelliğe sahip olduğu iddiası, pek değerli bir hakikatmiş gibi bir kez daha yineleniyor. Ve bir kez daha, tarihin mahkûm ettiği tüm odaklar, güçlerini toplar toplamaz birer özgürlük savaşçıları olarak kendilerini takdim ediyor.   

Sondan başlayayım. İlkin, kendilerini özgürlük savaşçılarıymış gibi göstermeye, özgürlükle inancı bir arada tutmaya çalışan kişiler, sırtını dayadıkları kutsal kitaplarını baştan sona taradıklarında “özgürlük” sözcüğünün geçtiği bir tek cümle bulabilecekler midir acaba1? Dinin toplum üzerinde yapıcı ve birleştirici bir özelliğe sahip olduğu iddiasına gelince; bu iddianın güçlü bir doğruluk payı vardır. Gerçekten de din denen olgu, toplumlar üzerinde birleştirici ve yapıcı bir özellik gösterir. Gelgelelim söz konusu iddiada göz ardı edilen çok önemli bir husus söz konusu. Bilerek ya da bilmeyerek, ama ısrarla şu sorunun yanıtı ıskalanıyor hep: Dinler, sözü edilen bu yapıcı ve birleştirici özelliğini toplum üzerinde ne şekilde edinmiştir? Yanıt: baskı yoluyla. Şiddetin ve zulmün kendisine ihtiyaç duyduğu her dönemde ve her coğrafyada dinlerin, baskı ve zulüm odaklarına karşı kucaklarını açmada, pek fazla bir çekince göstermedikleri tarihte defalarca karşılaşılan bir olgudur. Dinlerin dünya üzerindeki geniş coğrafi yayılımları, açıktır ki, onlarca ve hatta yüzlerce kez tekrarlanan kana bulanmış savaşların birer mirasıdır.

Malum reklâm filminde, görünmeyen duvarları yıkmaktan söz ediliyor. Bizzat görünen bir duvar olarak, ilgiyi kendi üzerlerinden atıp, dikkati başka yönlere devşirmek için muazzam bir eğretileme kullanılıyor. Tarihin kendilerine karşı ürettiği, kalıpları yıkmak, kabuğundan çıkmak, baskı yoluyla dayatılan önyargılardan kurtulmak gibi motifler, rakibini rakibinin silahıyla vurmak gibi basit ve ikiyüzlü bir savaş taktiği olarak kullanılıyor. Bu taktikteki, özsel çelişkiyi örtbas etmek için, sürekli olarak barış, özgürlük, birliktelik gibi kavramlar vurgulanıyor. Yani, barış adına savaş isteyenlere karşı, savaş adına barış isteniyor. Açık seçik bir şekilde, herkes teslim olmaya davet ediliyor. “Tek bir karşı duruş sergilemeden teslim olun!” çağrısı yapılıyor. Güce boyun eğmek özgürlük, canhıraş bir şekilde sürüp giden savaşta teslim olmak ise barış olarak tanımlanıyor. İstiyorlar ki, tek tek bütün bireyler, doğruluk ve gerçeklik arasındaki yakıcı çelişkiyi bir yana bırakıp, aklından istifa ederek gerçekliğe boyun eğsin. Demokrasinin “demos”u iktidarla özdeşleşsin, bir oy pusulasına basılan damga halkın seçimi ve halkın yönetimi anlamına gelsin. Herkes, görünen duvarları bir yana bırakıp, nerede ne olduğu belli olmayan görünmez duvarları aramaya çıkıp, bilinmezin, anlamsızın, saçmanın içinde yok olup gitsin. Sanki, yaşam denen mekanda, herkes bizzat kendisi olarak yaşamıyor, bizzat kendisi olarak eylemiyormuş da, kaybettiği bir kendini arıyormuş gibi etrafta aval aval dolaşıp dursun. Heyhat! Şunu bir kez daha tekrarlamak gerek ki, kimsenin kendini aramaya, sözüm ona kendi içindeki görünmez duvarları bulup yıkmaya çabalamasına lüzum yoktur. Çünkü insan denen varlık bizzat yaşantısıyla tanımlanır. İnsanın kendine ya da içindeki görünmeyen, bilinmeyen duvarlara karşı yaptığı bir yolculuk ya da mücadele yoktur. Aksine insan, her durumda ve her koşulda bizzat kendi olarak, kendisiyle birlikte yaşamaya ve eylemeye yazgılanmış, bu sebepten de Dostoyevski’nin yerinde bir tespitiyle, herkes ve her şey karşısında sorumlulukla kuşatılmış bir varoluştur. Ve yine bu sebepten, bilmek gerekir ki, görünenler dışında hiçbir duvar yoktur.


  1. Yazılı kaynaklar esas alındığında, “özgürlük” sözcüğü Türkçede, Cumhuriyet sonrasında “hürriyet” sözcüğüne karşılık olarak kullanılmaya başlanmıştır. Bununla birlikte, “hürriyet” sözcüğü, Arapçadaki “hurr” kelimesinden türetilerek, ilk olarak 17. yüzyıl sonlarında Osmanlıcada kullanılmaya başlanır, ancak günümüzdeki kullanımına yakın hali Fransızcadaki “liberté” sözcüğüne karşılık olarak çok daha geç bir tarih olan 19. yüzyılın ilk yarısında yaygınlaşmıştır. “Köle olmayan” anlamındaki “hurr” sözcüğünün kullanımı ise ancak 14. yüzyıla kadar gidebilmektedir. Daha detaylı bilgiler için Türkçede pek bulunmayan etimoloji sözlüklerine bakılabilir. ↩︎

Bu yazı ilk kez 26 Ekim 2009 tarihli Başkent Gazetesinde yayımlanmıştır.