Nesneler tamdır. Onların bir şey olma gibi bir sorunları yoktur. Masa, masadır, ve masa olmakla ilgili bir sorun yaşamaz.
İnsan ise, eksikli bir varlık olarak, kendini daima bir şey olmanın önce-sinde bulur. Dolayısıyla insan daima bir durumun içindedir. İçinde bulunulan bu durum her şeyiyle bir bilinçle kuşatılmıştır, daima bir şeye yönelen bir bilinçle. İşte bu yüzden insan, bizzat varlığının onu mahkûm ettiği bir etik çatışmanın ortasında, başka bir ifadeyle varlıkta ortaya çıkan bir çatlakta, hiçlikte, özgürlükle yoğrulmuş bir halde yaşar. Yani insan ne ise o değildir, ne değilse o olacak olandır. Haliyle esas olan bir niyet (fois) durumudur.
Peki, o halde niyet denen şey nedir? Niyet, insanın yaptıklarının tümünün her motifi dahil olmak üzere kendi üzerine düşmesi, bir kaçınılmaz olarak her şey karşısında kendiyle birlikte ve kendi olarak bulunmasıdır. Fakat yine de bu durumdan bir kaçış söz konusu olabilir, yani sözü edilen yükümlülüğü reddediş, ne ise o olmayandan, ne değilse o olana bir yöneliş olabilir. Bunun adı kötü niyettir. Başka bir deyişle, değişik görünümleri bütünleyerek, çelişik kavramları bir arada tutma sanatıdır. Sartre’ın ifadelerini kullanmak gere-kirse, bu, bir düşünceyi ya da yapıyı, bir bilmece ile sarsmak ve etkilemek için paradoksal şekilde tasarlanan bir yaşama tavrıdır. Daha yalın bir ifadeyle, kötü niyet, “ben olduğum şey değilim” kavramını kurmayı amaçla-yan, böylece üzerine düşen yükümlülükten kaçmayı başaran, ve ait olduğu özgürlüğü yoksayarak kendine, dokunulmaz bir bölge inşa eden bir yapıdır. Bir kendini kandırma, kendini aldatma durumudur. Kendini aldatma durumu, normal bir aldatma olayından farklıdır. Aldatmada bilindiği gibi iki kutuplu bir ilişkilenme söz konusudur: Aldatan ve aldatılan. Aldatan bir amaç sahibidir ve onun bu amacı, gerçeği, olmadığı şeye dönüştürerek onu yeniden üretmektir. Aldatı-lan ise bir maruziyete tabi olandır. Onun, aldatana ben-zer bir amacı olmamakla birlikte, onu da sadece bir şeye maruz kalan olarak tanımlamak yeterli olmaz, çünkü onun da bu ilişkilenmede oynadığı titiz bir rol söz konusudur: aldatılan olarak bir şeye maruz kalmakla o, aynı zamanda gerçeği görmemeyi seçen ya da gerçeği görmeyi reddeden figür olmayı da benimser.
Kısacası, aldatan adına açık bir yalana başvurma durumu söz konu-sudur. Gerçeği olmadığı şeye dönüştürebilmek için yalan kaçınılmazdır. Aldatılan adına da gerçeği olmadığı şey olarak duyumsamak için de bu yalanı kabullenmek esastır.
Peki, kendini aldatma durumunda, bu iki bileşenin bir olduğu durumda nasıl bir ilişkilenme söz konusudur? Aldatan ve aldatılanın aynı ki-şi olduğu, bu çelişkili bütünlük nasıl ortaya çıkar?
Yanıt: İki yüzlülükle. Yani olamadığı şey olup, olduğu şey olmayan varolma tarzıyla ve bu şekilde yaşamayla. Bu yazının ilk bölümündeki (Özgürlüğe olan mahkûmiyet 1) kadın anımsanırsa, bu yaşama şekli da-ha bir açıklıkla kavranabilir. O kadına, niçin maruz kaldığı bir şiddete rağmen, adamın peşinden gitmeyi sorduğunuzu varsayın, alacağınız cevap tam bir riya üzerine kurulu olan kötü niyetin açığa çıkması olacaktır:
“Ama aslında o, böyle biri değildir.”
İşte burada bu kadının kötü niyetli olduğunu teslim etmek gerekir. Adama gelince, onun niyetine dair bir veriye sahip değilizdir, bununla birlikte o da yaptıklarından dolayı kötüdür -bu ise bu yazının konusu dışına taşar.
Kadına dönelim. Kadının bu tutu-mu, ya da baba ve çocuk örneğinde-ki çocuğun tutumu, kendini aldatmayı göstermekle birlikte, aynı zaman-da bir kaçışı da ifade eder. Kaçılan şey nedir? Her ikisi de tüm olan bite-ne tanık olmuş, dahası maruz kalmış olmasına rağmen, buradan bir gereklilik olarak ortaya çıkan zorunluluğu inkâr ederler; kaçış işte tam da bu-dur. Yani içten olmamayı seçmeleridir. Çünkü kötü niyetin aksine içtenlik, bir durum olarak değil, bir gereklilik olarak meydana gelir. İlk adım seçimlidir, geri kalan her şey ise zorunlu. Öyle ki, kötü niyetin bir anti-tezi olarak görülebilecek olan içtenlik, yani olması gerektiği şey olmayı isteme, sadece bir bilme arzusunu değil, bir varlık olma idealini de beraberinde getirir. Çünkü, bir şey olabilmek için o şeymiş gibi davranmak gerekir.
Kötü niyeti, bir sıfatlar oyunu olarak düzenlenen, insanı olmayarak olduğu şeyin içine hapsetme tedbirleriyle kuşatılan bir yaşam mekanizması olan kapitalizmin içinde bunu daha net bir şekilde görebiliriz. Çünkü bu yaşam mekanizmasının içinde olmadığımız fakat olmak zorunda kaldığımız hallerle yaşarız. Sözgelimi bir doktor olarak, ya da Sartre’ın örneğini vermek gerekirse bir garson olarak. Bu haller içinde, biraz zorlama bir Türkçeyle sürekli bir “sankilik” içinde yaşarız. Sözgelimi Sartre’ın garson örneğindeki gibi her sabah, belirli bir saatte kalkıp işe gidip gitmemek kendi elimizde değilmiş de, bir zorunlulukmuş gibi davranırız. Ya da daha gündelik ilişkilerimizde, yaptığımız bir yanlış karşısın-da, “öyle yapmak istememişiz” gibi konumlanırız. Yani sürekli, “Aslında ben, yaptığım, bulunduğum, olduğum şey değilim” demek için çırpınır dururuz. Gelgelim, sonuçları ne denli ağır olursa olsun, bunların hepsi yalan üzerine kurulu olan, bir kendini aldatma, bir kötü niyettir. Çünkü, bilincimiz açıkça bize bildiriyor ki, A A’dır, insan, insandır. Ve Sartre bu totolojik evreyi bir merhale daha katederek şunu bildiriyor: İnsanın insan olması demek, insanın yaptıklarından menkul bir şey olması demektir.
Sonuç olarak, dünya içindeki varlığımızla (facticité) dünyanın ortasındaki varlığımızı birbirine karıştırmamamız gerekir. Neticede, kendini olduğu şey olmadığı üzerine kurmaya çalışmak, kendini tanıyamamak demektir ki, bu aynı zamanda, kendini ne ise o olarak kuramama yetenek-sizliği ve kötü niyetidir.
Not: Metindeki örtük veya açık gönderilerin tümü, Varlık ve Yokluk’un Kötü Niyet (Mauvaise Fois) adlı bölümüne aittir.
Bu yazı ilk kez 5 Temmuz 2009 tarihinde Başkent Gazetesinde yayımlanmıştır.
