Anlamsızlaşma ve anlamsızlaştırma birbirine koşut olarak yaşamın her yanını kuşatmaya başladı.
Sözgelimi, bir dil açısından gelişmişliği belirten göstergelerden biri olan edatlar, gündelik hayatta kullanılan dilin önemli bir hacmini kaplamaya başladı. Bilindiği gibi, bir hayli karmaşık olan, düşünce ve anlatılar ancak edatların kullanımıyla dile getirilebilir. Bununla birlikte gündelik dilde artan edat kullanımı insanların dil yetilerini geliştirmiyor, aksine köreltiyor.
Bu durum bir çelişki değil elbette. Edatlar kendi başlarına anlamları olmayan sözcüklerdir; onlar cümle içerisindeki diğer sözcüklerin anlamlarını birleştirmek, ayrıştırmak, genişletmek ya da daraltmak gibi işlevlere sahiptirler. Bu sebepten, belirli bir anlama işaret eden bir cümle, belirli edatlar belirli sayıda ve belirli yerlerde bünyesinde barındırmak durumundadır. Anlamlı bir cümlede bulunan edat sayısıyla, o cümledeki sözcük sayısı arasında orantısal bir ilişki vardır. İşte, gündelik dilde artış gösteren edat kullanımının ıskaladığı husus da burasıdır ki, dilin edatlar tarafından köreltilmesinin sebebi de burada yatar.
Bu kullanımlarda, edatlar cümledeki sözcüklerin örgütlenişine katkı yapmaktansa, doğrudan doğruya diğer sözcüklerin yerini alıyorlar. Adeta kendileri dışındaki tüm sözcükleri yutarak, cümlelerin esas hâkimi konumuna geliyorlar.
Durum sadece edatların kullanımıyla da sınırlı değil elbet. Edatların bu şekilde bir yaygınlık kazanması, dilin anlam bildirmeyen kullanımının sadece bir tarafını gösteriyor. Zira diğer sözcük türlerinin kullanımında da belirli sapmalar söz konusu. Öyle ki, artık gündelik bir ilişki esnasında kullanılan cümlelerde, cümlenin eylemini yüklenen bir özneyle karşılaşılamıyor. Bunun yerine, çoklukla öznenin yerini dolduran bir zamir bulunuyor, fakat o da, şahıs zamirleri gibi elle tutulabilir bir zamir olmaktan çok, neye işaret ettiği belli olmayan bir işaret zamiri oluyor. Öte yandan bağlaçlar yerli yersiz, zarflar ise rastgele yerleştirilmiş bir halde bulunuyor. Hatta, çoklukla bu tür sözcüklerin birçoğu bu cümlelerde hiç mi hiç bulunmuyor bile. İşte bir örnek:
— Ya, bu nasıl olur ya?
— Öyle işte ya!
***
Gündelik dilde baş gösteren bu anlamsızlık, dili daha titiz olarak kullanması beklenen kişilerde de farklı bir biçimde ortaya çıkıyor. Sözüm ona, bu kişiler, sıradan insanın anlaması adına dili törpülemek gibi bir görev üstleniyorlar. Hal böyle olunca, resimlerini sergilemek yerine anlatmayı tercih eden ressamlarla, anlatmak yerine sergilemeyi tercih eden yazarlar kaplıyor etraf. Bunun tabi bir sonucu olarak da, bir yandan yazmanın sadece bir dil oyunu olduğunu dile getirip, bir yandan da yazan; çelişkin olmayı yüceltip ardı sıra da pek tutarlı olduklarını savunan; aklı inkâr etmek için akıllarını kullanan insanların sayısı gün be gün artıyor.
Durumun can alıcı noktası, dilde yaşanan ve aynı anda kişisel tutumlara da hâkim olmaya başlayan bu çarpık yapının, en kristalize olmuş halini ahlaki alanda ortaya vuruyor olması. Dilin anlam bildirmeyen kullanımıyla kuşatılan bir ortamda, kaçınılmaz olarak, torpilli bir tutumu esas alan ilkesiz bir ahlak anlayışı egemen oluyor. Sakınımlı ve göreli bir duruşa işaret eden bu ahlak anlayışının örgütlediği hayat ise, her bir kimsenin topu topu birkaç kişiyle, tek kıpısı bu birkaç kişinin yapıp etmeleri olan kısır bir alana hapsolup, hapsolduğu bu hücreden atılmamak için çabalaması üzerine kurulu bir varoluş ekseni yaratıyor. Eh, böylelikle, farklılık denen şey sadece ve sadece bir tesadüfe işaret eden tatlı ya d acı sürprizlerle tanımlanabilir oluyor artık. Zira, tek amacınızın ait olduğunuz bir hücrenin içinden çıkmamak olduğu bir hayatta, farklı bir yere gidebilmeniz için ayaklarınızı kullanma fikri sizi en ürkütecek olan şey halini alır; haliyle oradan çıkabilmeniz ve farklı olabilmeniz artık sadece, bir dış etken, çoklukla da kurtarıcı olarak adlandırılan bir kişi tarafından gerçeklenebilir ancak.
Kuşkusuz, sizi hareket ettiren başkalar bulunduğu sürece, hiç hareket etmeden de yaşayabilirsiniz. Hiç düşünmeden, hiç eylemeden, hiçbir şey yapmadan…
***
Elbette dışarıdan bakıldığında, anlamsız bir evrenin içinde, küçük bir hücreye tıkılı kalarak yaşayıp gitmek hiç kimseye arzu edilir bir hayat olarak çekici gelmez. Üstelik bunu çekici bulanlar olsa bile bu hücrede bir çatlağın olamayacağının garantisi de yoktur. Ancak, bu küçük hücrenin içinde, çizmelerle yürünmeye o denli alışılmıştır ki, bir çatlaktan hücrenin içine su sızmaya başladığında ve alttaki toprak bir çamur halini aldığında bile, sanki kuru bir zemin üzerinde hareket edermiş gibi rahat olunabildiğini göz ardı etmemek gerekir. Zira bu hücredekiler, başlarını asla öne eğmez. Yani sadece sağa sola ve yukarı bakarlar, ayaklarındaki görünmez çizmeleri ise, el kol ve bacaklar gibi bir uzuv olarak duyumsarlar. Dolayısıyla hücrenin içi su almaya başladığında, hücredeki hiç kimsenin bu sudan haberi olmaz. Ta ki, suyun yüksekliği çizmelerin boyunu aşana dek.
Elbette bu durum, kaçınılmaz bir kader değildir. Yani, her hücrede bir çatlak olup olmadığını bilemeyiz. Bununla birlikte bir çatlak söz konusu olsa bile, suyun yüksekliğinin hücredeki kişilerin yaşama sürecinden önce çizmelerin boyunu aşıp aşmayacağı da bilinemez. Ancak eninde sonunda, şöyle bir esas vardır ki, ne hiç çatlak olmayan bir hücrede bir süre sonra bir çatlağın ortaya çıkmayacağının, ne de varolan bir çatlağın genişleyerek büyümeyeceğinin bir garantisi yoktur. Ve, bilindiği gibi sadece küçük bir çatlak bile olsa söz konusu olan, işte sadece bu çatlaktan bütün her şey akıp gidebilir…
***
Kurbağalar üzerine yapılan, ya da benim yapıldığını zannettiğim ilginç bir deney vardır. Bu deneyde kurbağa ilk olarak, içindeki suyun kaynamakta olduğu bir kaba bırakılır; elbette kurbağa kaynar suya temas eder etmez bir çırpıda sıçrayarak kabın içinden kendini dışarya atar. İkinci denemede ise, kurbağa doğrudan içi ılık suyla dolu kabın içine bırakılır, ve bu şekilde kaba dışardan ısı verilerek kurbağanın tepkisi ölçülür. Kabın içindeki su yavaş yavaş ısınmaya başlar, kurbağa bu ısı artışına karşı bir tepki vermez… Isıtma işlemine devam edilir, ancak kurbağa halen bir tepki vermez. Neticede su kaynamaya başlar ve kurbağa hiçbir tepki vermeden haşlanarak ölüp gider…
Kim bilir, belki de Shakespeare’in sözünde bir eksik sözcük söz konusudur; mesele olmak ya da olmamak değil, mesele kurbağa olmak ya da olmamaktır…
Bu yazı ilk kez 14 Haziran 2009 tarihli Başkent Gazetesinde yayımlanmıştır.