Her şeyin görüntüye indirgendiği bir çağda yaşıyoruz artık. Bu durum, Avrupa’nın kendi medeniyetinin kökleri olarak gördüğü eski Yunan toplumuyla hiç mi hiç uyuşmuyor. Yunanlıların en önem verdiği şey, değişmez olan şeylerdi. Bu yüzden onlar, sözgelimi bir baltaya bakarken, bu baltayı düşünmektense, onun esası olan ağacı düşünmeyi yeğlerlerdi. Söz gelimi, o çağdaki bir heykeltıraş ortaya koyduğu eseri kendi yaratımı olarak sahiplenmektense, heykeli yaptığı kaya parçasının fazlalıklarını aldığını öne sürmeyi tercih ederdi. Bunun felsefedeki karşılığı da logos ve ethos denilen iki kavramdı. Logos, değişmeyen söz, sözün kendisi demekken, ethos’da logosun pratik yaşamda karşılığını bulan eylemler olarak değerlendirilirdi. Eski Yunanlılar, bu anlamda bir yaşama sanatı olarak gördükleri felsefeyi her şeyin üzerine koyar ve onun esası olarak da logos ve ethos’u görürlerdi.
Logos, dilin bir iletişim, dolayısıyla da bir kullanım aracı olarak ele alındığı çağımızdan bambaşka bir yaşama şeklini vurgulayan kavramdır. Bu sebepten, onun esas alındığı bir ortamda, bir insanın dünyaya bakışı şu şekildeydi: Madem ki, içinde bulunduğum bir mekân ve ait olduğum bir varlığım var, şu halde, içinde bulunduğum bu mekâna ve ait olduğum bu varlığa göre yaşamalıyım. Öyle ki, her eylemim bir mekânın içinde vuku bulur, şu halde bu mekâna en uygun olana, yani ethos’a göre davranmalıyım. Ve aynı şekilde, varlığı mı bir değişmez olarak kavramamdan ötürü, ve ona sözle, yani dille ulaşmamdan ötürü de bu sözle/dille en doğru şekilde ilişkilenmeliyim.
Ethos’un ve logos’un etimolojik yapılarında da bunları görmek mümkündür. Nitekim, ethos, yapılması uygun düşen, uygun olan davranış demekken, logos da, dile getirilmesi doğru olan, değişmeyen söz anlamlarına gelir. Ünlü filozof Herakleitos’un, “Beni değil, logos’u dinle” fragmanındaki vurgusu da bu yüzdendir.
Kuşkusuz günümüz insanı için tüm bunlar oldukça yadırgatıcıdır. Çünkü, konuşmaların ve eylemelerin, “Bana göre …” veya “Bence…” gibi muallak bir mekana taşındığı, söylenen sözün hiçbir karşılığının olmadığı bir tür “ben dili”nin (solipsizmin) hegemonyası altında yaşadığımız bu çağda, değişmez olan şeyler, en az ilgilenilen şeylerdir. Misalen, değişmezlerle en sıkı ilişkiye sahip iki disiplin olan matematik ve mantığın gözden düşmesinin sebebi de bu olsa gerek. Ne de olsa, hiçbir kesinliğe izin vermeyen, sürekli bir tüketimi ve değişimi pohpohlayan yaşam biçimleri içinde, bu tür değişmezler ve kesinliklerle ilgilenen disiplinlere yer yoktur. Öyle ki, bu hususta varılan nokta, kanımca içler acısı bir haldedir: Bilindiği gibi insan aklının işleyişini ve yapısını belirleyen kuralları ifade eden mantık ilmi, günümüzde tuhaf bir şekilde reddedilmek için her yolun mubah olduğu bir ucubeye dönüştürülmek istenmektedir. Kısacası pek çok insan, akıllarını kullanarak aklı reddetmektedir.
Bu durumun bir resminin çizilmesi gerektiği kanaatindeyim. Nitekim, bu dönüşümün, yol açtığı yaşamın kavranması için bir adım atabilme adına bu durumun ortaya koyduğu renk karmaşasını kavramak gerekir. Artık insanlararası iletişim hemen hemen tümüyle katledilmiş bir haldedir. Bunun yerini tüketim almış ve bu eksende çeşitlenen tüm yaşama tavırları sadece bir ölçme biçme, hesap kitap döngüsüne sıkıştırılmıştır. Artık, Kazancakis’in ülkemizde nispeten belirli bir ilgiye nail olan Zorba romanındaki başkarakterin, romanın anlatıcısına yönelttiği ünlü pasajdaki terazi benzetmesindeki terazi gibi (zihnimden aktarabileceğim kadarıyla bu pasaj şöyledir: Zorba, anlatıcının gözlerinde sürekli bir hesap kitap olduğunu vurgulayarak şöyle der; “Bırak artık tüm bu hesap kitabı. Şeytan alsın tüm terazileri!”), hemen herkes elinde bir teraziyle dolaşır olmuştur. Söz gelimi, karşı cinsle olan ilk münasebetini değerlendiren genç sevgili, ilişkisinin değerini ne kadar süre onunla birlikte olduğunun hesabını yaparak bulmaya çalışmakta, ya da bir arkadaş ortamında yeni tanıştığı biriyle karşılaşan kariyerinin başlarındaki bir delikanlı, ilkin bu ilişkinin kariyerine bir faydasının olup olmayacağını anlamaya çalışmaktadır. Benzer şekilde, yeni başladığı bir işte, kendini zeki olarak gören biri de, ilk olarak kimlerle iyi geçinip kimlerin üzerine basabileceğinin araştırmasını yapmaktadır. Kısacası, argo dilinde çakal olarak adlandırılan kişiler en gözde insanlar haline gelmektedir.
Saygıyı korkuyla, sevgiyi acımayla karıştıran bu kişilikler, kimin elini eteğini öpmenin, kimin üzerine basmanın hesabı kitabı dışında hiçbir yaşama motivasyonu taşımamaktadırlar. Haliyle, neyin doğru neyin yanlış olduğunun hiçbir önemi kalmamıştır artık; bunun yerini kimin güçlü kimin güçsüz olduğu gerçeği almıştır. Sıklıkla dile getirilen ünlü ironideki gibi; hukukun gücü yerini gücün hukukuna bırakmıştır. Bu yüzden olsa gerek, bir belediye başkanı çıkıp, rahatlıkla “Kaybetmediğimiz hiçbir dava yok” diyebilmektedir; adeta “Güçlü olan benim, niye davaları ben kaybediyorum” der gibi.
“Peki ama, tüm bunların her şeyin görüntüye indirgenmesiyle ne alakası var?” denilebilir. Yanıt oldukça basit, çünkü sadece göze görünen şeyler hesap edilebilir.
Bu yazı ilk kez 19 Temmuz 2009 tarihli Başkent Gazetesinde yayımlanmıştır.