Evde bulunan bir eşyanızı, sözgelimi masanızın üzerindeki bir vazoyu düşünün. Sabah evden çıkarken, vazoyu olduğu yerde bıraktınız. Ancak akşam eve geri döndüğünüzde vazonun kırılmış olduğunu, masanın üzerinde darmadağınık bir şekilde parçaların bulunduğunu görüyorsunuz. Ne olmuş olabilir, diye düşünürsünüz. Onu kim ya da ne kırdı? Bununla birlikte derhal sorunun çözümüne dair bir şeyler de yapmayı istersiniz. Belki, kırık vazo parçalarını toplayıp, onları yapıştırmayı deneyebilirsiniz; belki de sadece ortalığı temizleyip yeni bir vazo almayı da düşünebilirsiniz; belki de hiçbir şey yapmamayı, sadece yaşamanızdan bir vazonun çıkışını hiçbir şekilde önemsemeden öylece yaşamaya devam edebilirsiniz. Tüm bu davranışlarınızda pek de yadırgatıcı olan bir şey söz konusu değil gibidir. Ancak, bir vazo kırıldığında bu ve benzeri şekillerde davranmanın tuhaf olan bir tarafı yoktur sanki. Fakat, aynı davranış çizelgesini kişisel bir ilişkiye uyarladığınızda oldukça çarpıcı hususlar ortaya çıkar. Bir ilişkinizin bittiğini düşünün. Belirli bir zamandır, belirli bir öyküyü yaşadığınız bir arkadaşınız size karşı kırılmıştır. Yine ne olmuş olabilir diye düşünürsünüz. Onu kim ya da ne kırdı? Ve tıpkı vazoyla olan ilişkilenmenizde olduğu gibi sorunun çözümüne dair bir şeyler yapmayı istersiniz. Belki kırılmış olan ilişkinin parçalarını toplayıp yapıştırmayı deneyebilir, belki de ilişkinin üzerinize tesir eden duygularınızdan temizlenip, yeni, başka bir ilişkiye geçmek isteyebilirsiniz; sözgelimi arkadaşınızla beraber olduğunuz vakitlerde çoklukla satranç oynadığınızdan ötürü kendinize satranç oynayabileceğiniz yeni bir arkadaş bulmaya yönelebilirsiniz. Ve son olarak yine, vazodan hiçbir farkı olmamak üzere, yaşamınızdan bir insanın, bir arkadaşınızın çıkışını hiçbir şekilde önemsemeden öylece yaşamaya devam edebilirsiniz.
Anlaşılan o ki, günümüz dünyasını kuşatma altına alan psikolojizm ve ekonomizm hemen her şeyimizi belirlemiş durumda. Psikolojizm bize muazzam bir boşluğu sunarken, ekonomizm de bir riyayı üretiyor. Böylece, her tür ilişkilenmemizi önemsizleştirebilecek bir duygu hali (boşlukta yaşamak), ve her şeyi bir başka şeyle değiştirme lüksüne sahip olduğumuz bir eşitleme hali (bir kilo demirle bir kilo altını eşitlemek gibi satranç oynamasını bilen iki insanı birbirine eşitlemek) içinde anlamsız bir değerler silsilesiyle, tesadüflerin boğuculuğuna terk edilmiş bir tür kaderin boyunduruğu altında, sadece ansal olanı idrak edebildiğimiz bir etrafla yaşayıp gidiyoruz. Tek ilgimiz Heidegger’in dediği gibi bir sonraki anda ne olacağını düşünmekten başka bir şey değil artık. Kısacası her tür öykünün, dolayısıyla her tür tarihselliğin ortadan kalktığı, yaşanan her anın birbirinden kopuk olarak muhteşem bir ayrıksılaşma içinde ortaya çıktığı bir evrende, tuhaf bir bağımsızlık ve özgürlükle baş başa kalmış bir halde, her şeyin ve herkesin —hatta bizzat kendimizin bile rastlantısallaştığı bir hayatı yaşıyoruz. Ne de olsa, bir vazonun yerini bir başka vazonun alabilmesini esas olarak ele alırsak, pek tabii ki, bir insanın, bir arkadaşın yerini de bir başkası alabilir demektir. Dahası, tüm bu yerine koyma olanağının sınır noktası olan hiçlik, her şeyin yerini alabilir. Yani, bir arkadaşınızın yerini bir başkasının alabilmesine ya da hiçliğin almasına rıza gösterdiğiniz bir yaşamda, aynı şekilde, bizzat kendinizin yerini de bir başkasının ya da hiçliğin almasına rıza göstermiş olursunuz.
Bu durum, bir bakıma kolaylaştırıcı bir bakıma da ürpertici bir yaşam alanının içinde olduğunuzu tanıtlar.
Yine de bir seçim durumu söz konusu yani.
Çünkü, neticede isteseniz de istemeseniz de, hiçbir suretle üzerinizden atamayacağınız hiç olmazsa bir ilk seçim, ilk tercih ve de ilk hamle karşısındasınız: kendinizi seçerek tüm dünyayı, tüm dünyayı seçerek de kendinizi seçersiniz çünkü. Çünkü, tanık olmak, karşılaşmak, sadece bir kez görmek, onu son gördüğü anın bir son olduğunu bilmemek vesaire gibi tesadüfler, bilinçsiz seçimler, anlık refleksler olarak nitelendirmeye yatkın olduğunuz tüm hamleler, adeta yaşamınızı kuruşunuzun ve yaşamınızı kuran insanların, yaşamınızda nasıl küçük bir hacme sahipken, birdenbire nasıl da genişleyiverdiklerini ve aksi bir şekilde, yaşamınızı kurmalarını istediğiniz insanlar karşısında, o kendilerinden kaynaklı devasa hacimlerine olan bir anlık duyarsızlığınızın nasıl da sizi bütün o genişlikten ve derinlikten mahrum bırakıverdiğini anlar durursunuz.
Neticede oldukça yalın olan bir esas gereği hayat, kimlerle, ne şekilde yaşayacağınızı seçmekten ya da seçmemiş olarak seçmekten başka bir şey değildir.
Bu yazı ilk kez 24 Ağustos 2009 tarihli Başkent Gazetesinde yayımlanmıştır.