Üçüncü sınıftaki bir ilkokul öğrencisi bilir ki, 12’ye kalansız bölünen tüm sayılar 3’e de kalansız olarak bölünür. Fakat, 36 sayısının 3’e kalansız olarak bölünmesinin nedeni 12’ye kalansız olarak bölünmesi değildir. Üçüncü sınıf öğrencisi olasılıkla bu basit bilgiyi kavramakta zorlanabilir; elbette onun bu zorlanmasını anlayışla karşılamak gerekir, çünkü ne bizzat bilgi denen şey üzerine gerekli felsefi donanıma sahiptir ne de neden-sonuç ilişkileriyle, zorunluluk ilişkileri arasındaki keskin ayrımın ayırdındadır. Gelgelim mesele üçüncü sınıf öğrencisiyle kapanmıyor. Ona, ortada zamansal değil de mantıksal bir ilişki olduğu yönünde gerekli izahat yapılır yapılmaz iş bitmiyor, ısrarla sürüp gidiyor. İşte, geçtiğimiz hafta yaşanan bir selden dolayı onlarca insan hayatını kaybetti. Ve bunun üzerine eli kalem tutan pek çok insan, sel ve insan yaşamının sona ermesi arasındaki ilişki üzerine hiç kafa yormamış bir halde, derhal, benzer her durumda olduğu gibi, “felaket” adını verdikleri olaya bir neden aramaya başladılar. Ve hemen her biri, karıştırdıkları arşivlerden, yokladıkları hafızalarından hareketle bir neden bulmayı başardı. Ve dediler ki: “Bu nedenler olmasaydı, bu sonuçlar yaşanmayacaktı”…
Bu kişilerin zorunluluk ilişkisinin, neden-sonuç ilişkisine göre bir önceliğinin olduğunu bilmediklerini sanmıyorum. Mesele daha çok etik bir duyarlılığın, yani samimiyet/samimiyetsizlik çatışmasının ilmeğinde düğümleniyor. Bu noktada şu ünlü 1756 Lisbon Depremi öyküsünü hatırlatmakta fayda var:
Deprem olduktan sonra dönemin aydınları, din adamları, bilumum kişi bir şeyler söyler. Papa, depremi tanrının bir gazabı olarak yorumlar; ona göre son zamanlarda sapkın bir yaşamı benimsemeye başlayan insanlara karşı tanrı, bir uyarıda bulunmak istemiştir. Aydınlanma felsefesinin ünlü üstadı Voltaire ise, felsefesine uygun rasyonalist bir tavır benimser; der ki: “Deprem jeolojik bir olaydır. Onun önüne geçemeyiz. Fakat eğer aklımızı kullanarak depreme dayanıklı binalar yapmış olsaydık, bu denli yıkımla karşılaşmamış olabilirdik.” Konu hakkında en vurucu yaklaşımı ise 1789 Devrimi’ni en çok etkileyen isim olan Jean Jacques Rousseau sergiler: Ona göre deprem her şeyden önce yaşanan toplumsal sistemin bir ürünüdür. Çünkü tüm yıkımlar ve ölümler gelip sadece yoksul mahallelerin başına çökmüş, buna karşın zenginlerin yaşadığı yerlerde çok az bir tahribat dışında hemen hemen hiçbir şey olmamıştır. Rousseau, papa ve Voltaire’i iğnelemekten de çekinmez; papaya, “Şayet deprem tanrının bir gazabı ise, tanrı neden sadece fakir mahallelerine bu gazabı göndermiştir? Birbirlerinin eşlerini ayartmaya çalışan burjuvalar dururken, fakirleri mi sapkın olarak görmektedir yoksa?” diye sorarken Voltaire’e de “Jeolojik bir olaya karşı bilimsel tedbirler üretmeden önce, neden zenginler, ellerindeki sağlam yapıları fakirlerle paylaşmamaktadır?” diye sorar (1).
Yaşamdaki en acımasız gerçek, ecelsiz bir ölümdür. Çünkü ecelsiz ölümler, çoklukla insan eliyle gerçekleştirilen ölümlerdir; sözgelimi bir selin içinde yok olup gitmek gibi. Geçtiğimiz hafta yaşanan da bunlardan biriydi. Fakat yaşanan bu gerçeği, ne “80 yılda bir olan böyle büyük bir felakete karşı ne yapabilirdik ki” türünden zorunlu bir doğa durumu olarak, ne de “Oradaki yapılaşmalara şunlar izin verdi” türünden bir neden-sonuç izleğiyle değerlendirmek, daima samimiyetsiz, eksik ve yersiz bir tutum olacaktır. Evet, artık dünyanın ekolojik dengesi bozulmuş, ve bu bozukluk sonrasında, doğada geçtiğimiz haftadakine benzer ve hatta daha şiddetli vakaların yaşanması kaçınılmaz olmuştur ve bu durumun önüne geçmek için, basit politik değişiklikler ya da pek kapsamlı olduğu düşünülen Kyoto gibi bilimsel tedbirler veyahut Greenpeace gibi kendini sadece ekolojik sorunlara indirgemiş eylem grupları pek bir anlam ifade etmemektedir. Bunlar yerine gerçeği bir bütün olarak kavrayan, Murray Bookchin’in, insan-doğa arasındaki ilişkinin düzeltilebilmesi için, insan-insan arasındaki ilişkilerin de düzeltilmesi gerektiği yönündeki bütüncül yaklaşımlar benimsenmek zorundadır. Çünkü mesele, başlı başına bir sistem sorunudur. Öyle ki, birinci insanın, daima bütünün yüzde doksan dokuz bölümüne sahip olduğu ve sonra gelen kimsenin, yüzde biri yalnız başına mı, yoksa yirmi kişiyle daha bölüşerek mi aldığının pek fark etmediği bir sistemin içinde(2), kimi “felaket”lerin önüne geçebilmek için, ne papa, ne Voltaire, ne Kyoto, ne de Greenpeace gibi zihniyetlerle hareket etmek hiçbir sonuç vermez. Ve bu “felaket”ler daha bir büyüyerek ortaya çıkmaya devam eder. Damlacıklar damla, damlalar da sel olur gider.
Notlar:
- Bu öyküden bağımsız olarak Rousseau’ya sitem edenler de oldukça fazladır. Bunun sebebi, çocuklarının eğitimi üzerine bir kitabı bulunan yazarın, kendi kızlarını yetimhaneye terk etmiş olmasıdır.
- Alıntının esası şudur: “Birinci adam, daima bütünün yüzde doksan dokuz bölümüne sahiptir ve sonra gelen kimsenin, yüzde biri yalnız başına mı, yoksa yirmi kişiyle daha bölüşerek mi aldığı pek fark etmez.” —Goethe, Johann Wolfgang von; Goethe Der ki …, çev. Gürsel Aytaç, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2000
Bu yazı ilk kez 14 Eylül 2009 tarihli Başkent Gazetesinde yayımlanmıştır.