Perşembe, Ekim 23, 2025
NoesisNotlar

Felsefe ve yaşam


Felsefenin anlamını anlaşılır kılmak için Platon’un mağara alegorisinden daha güzel bir örnek bulmak zordur. Bu alegori, yalnızca düşünmenin ne anlama geldiğini belirtmez, aynı zamanda insanlığın bir üyesi olarak, bir insan olarak niçin derhal felsefece harekete geçmemizin taşıdığı aciliyeti de ifade eder. Yabancılaşmış zihinlerimizle yaşadığımız bir çağda, bu durum halen geçerli midir? Kuşkusuz ki evet!

Şöyle başlayabiliriz:

  • Nedir sorusunu sormak ne anlam ifade ediyor?
  • Konu ya da nesne ne demektir?
  • Düşünmek nedir? Burada en basit yanılgıdan derhal uzaklaşınız, fikir sahibi olmanın ya da fikir yürütmenin değil düşünmenin ne demek olduğuna odaklanın. Sözgelimi şunları düşünün: Bir konuyu konuştuğumuzda ne yapıyoruz? Gerçekten bir konuyu konuştuğumuzda ne yapmış oluyoruz? Bir konuyu nasıl konuşmalıyız? En son ne zaman bir konu hakkında konuştunuz?

Aristoteles, felsefeyi özgür insanların bir etkinliği olarak tanımlıyor. Ne demek istiyor bununla? Felsefesiz bir yaşam kölece bir yaşam mıdır?

Açıkça belirtmek gerek, felsefede büyülenecek hiçbir şey yoktur. Çünkü felsefe tam da büyü, gizem, gariplikler gibi her tür mitos’tan ayrılma noktasında başlar. Yani felsefe gözlerinizi kamaştırmaz, gözlerinizi açar!

Felsefe sözcüğünün etimolojisi, bilgeliği sevmek, bilgeliğe saygı duymak, bilgi dostu olmak vb… gibi birçok çağrışım yapar. Yani büyü yok, gizem yok, gözleri kamaştıran hiçbir şey yok…

Peki burada cezbedici olan ne? Neden filozofluk makamı her makamın üstünde yer alıyor ısrarla? Böylesine doruk bir noktaya yerleştirilecek kadar felsefeyi değerli kılan ne?

***

İnsan yaşamını diğer yaşamlardan ayıran bir şeyler var… Şu an burada kendimizin dışında birilerinin de olduğunu biliyoruz, masanın, sandalyelerin, koltukların, tahtanın, şu an işitmekte olduğunuz sesin ve diğer şeylerin farkındayız.

Fark ediyoruz, hayal ediyoruz, eyliyoruz ve ne yaparsak yapalım bir insan olarak düşüncelerimize, eylemlerimize, hayallerimize… vesaireye; en doyurucu ifadeyle evrendeki varoluşumuza ilişkin her şeye daima bir bilgi eşlik ediyor: Nedir eşlik eden bu bilgi? Bilinç.

Açıkçası bir varolan için bu oldukça tuhaf bir durumdur. Bir şeyler yapıyorsunuz ve bir şeyler yaptığınızı biliyorsunuz. Üzülüyorsunuz ve üzüldüğünüzü biliyorsunuz, gülüyorsunuz ve güldüğünüzü biliyorsunuz, yürüyorsunuz ve yürüdüğünüzü biliyorsunuz. Düşünüyorsunuz ve düşündüğünüzü biliyorsunuz…

Tüm bunları mümkün kılan ne?

Sözgelimi uyurken ne oluyor? Uyuyoruz. Bazılarının iddia ettiği gibi bilincimiz yerinde değil mi bu esnada? Yani bir evrenin var olduğunun ve bu evrenin içinde bulunduğumuzun farkında olmuyor muyuz uyurken? Kendimizle evren arasında, kendimizle diğer her şey arasında ne olup bitiyor uyurken? Uyurken ne oluyor? Uyandığımızda ne oluyor? Kendimizle aramızda bir boşluk mu var yoksa? Kocaman, devasa bir uçurumdan çok daha büyük bir boşluk? Yoksa uyurken bu boşluğa, bu boşluğumuza mı dalıp gidiyoruz hep?

Şu hâlde bilinç, bölünmeyi, ayrışmayı, ayrılmayı -biraz daha abartalım farklı olmayı gerektiriyor. Bilinç hep bir eşlikçi bilgi olarak yanı başımızda bulunuyor ama öte yandan hemen oluşmuyor, hemen olmuyor…

Düşünüyorum ve sonra düşündüğüm şeyi nasıl düşündüğümün ayrımına varıyorum. Düşünürken neden öyle düşündüğümü anlayamıyorum, ancak ve ancak düşündüğümün üzerine düşündüğümde neden öyle düşündüğümü anlamaya doğru yol alabiliyorum.

Bilinçle donatılmış halde, her şeye karşı her şeyin içinde bir ben olarak poz veriyorum. Şeyler arasında olan bir şey olarak değil, evrenle ve evreni oluşturan her şeyle yan yana ve karşı karşıya bir halde bir ben oluyorum, bir başka şey değil de bir ben! Sadece ben! Benim dışımda kalan her şey bir şeyleri temsil ediyor, benim, yani kendiliğim ise hiçbir şeyi temsil etmiyor.

Şu hâlde dolaysız olan insan deneyiminden kaçıyor.

Bütün bir kez parçalandığında, artık her parça birbirinden uzaklaşır. Ama evren asla parçalanmıyor, o neyse o çünkü. Ancak bilinç, bilme eylemiyle evreni ve her şeyi sembolik olarak parçalıyor. İşte bu parçaları yeniden toparlamak için yeniden semboller kullanıyor. Bilinç olmasaydı, sembollerden söz edebilir miydik, hatta söz edebilir miydik?

Şu soruyu irdeleyin: Sesler çıkarmakla söz etmek arasındaki ayrım nedir?

Peki, şimdi can alıcı noktaya geliyoruz. Sorumuz ya da konumuz şu: yaşamak ne demek? Bu soruyu sorabilen bir varlık olarak, yani bu soruyu sorduğumuzu unutmadan düşününüz: yaşamak ne demek?

Bu sorunun asla yaşam ne demek? sorusuyla karıştırılmaması gerekiyor. Böyle bir soru, soruyla aramıza bir mesafe koyar çünkü… Ve bu soruyu yanıtlamak görece kolaydır, sözgelimi şunları diyebiliriz:

  • Şu ve şu özellikleri taşıyan madde formuna yaşam denir.
  • Şunlar ve şunlar yaşamdır. Şunlar ve şunlar yaşam değildir…

Ancak bizim sorumuz bu değil! Konumuz da!

Sorumuz şu: yaşamak ne demek? Bu soruyu sorabildiğimize göre bu soruyu sorabilen, bu soruyu konu edinebilen bir varlığız demektir. Derhal şunu söyleyebiliriz o halde:

  • Bu soruyu sorabiliyoruz, bu soruyu konu edinebiliyoruz, çünkü bilinçli bir varlığız.

Şimdi bu noktaya dikkat kesilin: bu soruyu bilincimiz mi bize soruyor ya da sordurtuyor, yoksa biz mi bilincimizle bu soruyu sorabiliyoruz? Düşünün, tekrar tekrar düşünün…

En başa geri dönelim, bilincimizle aramıza bir mesafe koyabilir miyiz? Ve artık o kesin ve keskin yanıtı verelim: Hayır!

Geldiğimiz bu noktaya dikkat kesilin. Buraya kadar düşündük, düşünerek yol aldık. Ve asla bir varsayımda, sayıltıda bulunmadık, ortaya bir fikir atıp onu doğrulamak için uğraşmadık. Bir soru sorduk ve o soruyu takip ettik. Ve bir yere ulaştık. Evet, sözcükler kullandık, ama sözcüklere kendi anlamlarımızı dayatmadık. Onları takip ettik, onlarla yol aldık ancak onları zorlamadık. İleride fark edeceğimiz üzere aslında sözcüklerle değil kavramlarla bir yolculuk yaptık ve bu yolculukta ulaştığımız yer bize bir şeyi gösterdi: bilincimizle aramıza bir mesafe koyamıyoruz. İşte şimdi, bir şeyi anladık; hayır, bir şeyi tanımlamadık, bir şeyi kategorize etmedik ya da bir şeyi adlandırmadık, bir şeyi anladık.

Felsefeye hoş geldiniz. Ancak her şey bu kadar kolay değil elbette. Tekrar bir geri dönüş yapalım: Uyurken ne oluyordu?…

Kuşkusuz zaman kavramına çok ihtiyaç duyduğumuz bir noktadayız. Çünkü bir şeyler yapıp ediyoruz. Sözgelimi soru sorabiliyoruz. Yürüyoruz, nefes alıyoruz, yemek yiyoruz, hayal ediyoruz… Şu hâlde daima bir deneyim içindeyiz. Deneyimler yaşıyoruz. İşte yeni bir kavram daha: deneyim. Ancak bu kavrama çok daha sonra yeniden odaklanacağız. Şimdilik zaman kavramıyla yol almaya devam edelim.

Açık ki, zamansallık deneyimimizin en başat boyutlarından biri. Zaman içinde olmadan hiçbir deneyim yaşayamıyoruz çünkü. Bilinçli bir varlık olarak her an, kesintisiz bir şekilde kendimin farkındayım, kendimi biliyorum… Ancak bilinç ya da bilincim bir şeyleri bölüyor, ayırıyor, sözgelimi artık olmadığım her şey, artık yaşıyor olmadığım her deneyim, artık olmayan varoluşum daima bir başka yere, geriye, geçmişe düşüyor.

Ben geçmişi olan bir varlığım! Bilincim bana bir geçmiş veriyor. Ve dahası var; henüz var olmadığım, henüz deneyimlemediğim bir şey daha var, bir proje, bir olasılık, bir olanak ya da gelmekte olan bir yazgı, bir gelecek. Ben geleceği olan bir varlığım! Bilincim bana bir de gelecek veriyor.

Peki, bilincim var ettiği bu geçmiş ve geleceği nerede tutuyor? Hiçbir şeyin tutunamadığı bir şimdi bu sorunun yanıtı olamaz. Evet, bellek denen bir şey var, geçmiş orada kaydediliyor, peki gelecek nereye kaydediliyor? Açık olan şu: bilincimin birtakım bölümleri, bölmeleri ya da kendine has birtakım parçaları var…

Burada biraz duralım. Ana sorumuzu unutma lüksümüz yok, o soruya geri dönelim: yaşamak ne demek?

Soru soruyorum ve durmaksızın, kesintisiz bir halde bir şeylere yargılar koyuyorum, kendime bile yargılar koyuyorum. Bilincim var, geçmişim var, geleceğim var, şimdim de var, başka başka şeyler daha var…

Dünyayı yargılar dizinine çevirdim. Dünyayı yargılıyorum, sorguluyorum. Dünyanın içinde bir varlık olarak kendimi de sorguluyorum. Peki kendi dediğim, ben dediğim şey de ne? Bilincimle onun arasına bir mesafe koyamıyorum, koyuyor gibi oluyorum, ama koyamıyorum.

Hatırlayalım. Semboller var. Bilinç semboller var ediyor. Semboller şeyleri temsil ediyor. Peki kendimi ne temsil ediyor? Kendimin, bana ait olanın, ben olanın sembolü nedir?

Bir şey görüyorum, elimde bir şey var ve ona kalem diyorum. Bu şekilde kalem sözcüğü bir sembol olarak tüm kalemleri temsil ediyor. Ve böylece elimdeki kaleme de elimdeki kalem diyebiliyorum. Bu gayet yeterli geliyor. İnsan teklerini görüyor, işitiyor ve onlarla iletişim kuruyorum ve onlara insan diyebiliyorum. Bu sembol ve temsiliyet de gayet yeterli geliyor ve iş görüyor. Ancak kendime geldiğimde, kendimi, bana ait olanı temsil edecek bir sembol bulmakta zorlanıyorum. Evet bir adım var, sözgelimi işte “Ben Ali” diyebilirim sizlere. Ve bu gayet yeterli bir semboldür. Ancak işte, bu sembol beni temsil etmiyor! Edemiyor. Kalem dediğimde herhangi bir kalemi, elimdeki, evrenin herhangi bir yerindeki, hatta rüyadaki, hatta hiçbir yerdeki bir kalemi bile temsil edebiliyor, kuşkusuz ona crayon, pencil vb de diyebilirim –burada sembolün bir önemi yok– bir şeye ilişkin bir sembol o şeyi her yerde ve her şekilde temsil edebiliyor. Ama söz konusu olan kendim olduğunda, hiçbir sembol beni, bana ait olanı, beni ben yapanı temsil etmiyor…

Kalem, yazı yazma aracına denir. Peki bana ne denir? Bilincimle kendi arama bir mesafe koyamıyorum. Kendimi, sembolleştirerek temsil edemiyorum.

Burada bir ara not düşebiliriz: Sembolik dönüşümlerin, sembolik imhaların, kısacası bir bütün olarak semboller üzerindeki her değişim, dönüşüm, baskı, kısıtlama vb şeylerin yaşamlarınızı niçin ve ne boyutlarda etkilediğini bir kez daha düşünün. Şimdiye dek anlamış olmanız gerektiğini fark ederek düşünün.

Görünen o ki bilinçle arasına mesafe konamayan benin en az bilinç kadar meşakkatli bir varoluşu var.

Bu oturumu bizzat yaşadığımız hayatlara bakarak sonlandıralım. Yaşamlarımız etik, estetik ve çeşitli entelektüel değerlerle sürdürdüğümüz varoluşlardır. Söylediklerimizin, yaptıklarımızın, arzularımızın, fikirlerimizin farkındayız. Ve yapıp ettiğimiz her şeye yönelik doğru ya da yanlış ölçütlerimiz var. Bazen doğruları, bazen yanlışları seçiyoruz. Bazen doğruyu isteyip doğruyu, bazen doğruyu isteyip yanlışı yapıyoruz. Ve bazen yanlışı da isteye isteye yapabiliyoruz! Bazen de doğru ya da yanlışa bakmaksızın sadece yapıyoruz ve bunu yaparken doğru ve yanlışa bakmadan yaptığımızı biliyoruz. İçinde bulunduğum evrenin, dünyanın, insanların farkındayım,az önce aldığım kararın farkındayım, bu karara uyup uymadan yaşama seçeneklerimin farkındayım.

Kanımca şöyle denebilir: Yaşam daima felsefidir, felsefecedir. Felsefesizlik ise kişinin düşündüğünü düşünmemeyi istemekten, aralıksız bir şekilde düşünmeyi ertelemekten ibarettir. Ne de olsa zihin kaslarımızı fazla kullanmadan sahip olabileceğimiz pek çok hazır fikir paketleri var günümüzde ve açıkçası gayet de iyi iş görüyor olmalılar ki, giderek felsefesizleşen bir dünyada yaşıyoruz. Ancak bu duruma tepki gösterirken, aynı sarmalın içine düşme yanlışından uzakta olmalıyız hep, felsefesizliğe felsefesizlikle yanıt veremeyiz.

Ne bilinç denen şeyde ne yaşamada ne de insan varlığında gizemli hiçbir şey yok. Sadece bilinçli yaşam esaslarına karşı zehirlenmiş zihinlerimizden akıp giden bir mesafelilik var. Bilincin, kendinin ve yaşamın arasına ontik olarak asla koyamayacağı bir mesafenin konulduğu bir mesafe. Mesafe olmayan bir mesafe.

Gelecek oturuma kadar şunu düşünün: Bilincimizin varlığından kuşkulanabilir miyiz?


Bu metin Felsefe Kültür Sanat Derneği bünyesinde yürütülen Noesis: Felsefeyle Yaşamak atölyesinin 20 Aralık 2023‘teki birinci oturumu için hazırlanmıştır.