Perşembe, Ekim 23, 2025
Genel

Kaygısız duyarlılıklar


Danimarkalı filozof Sören Kierkegaard’ın felsefesinde ya/ya da başat bir önemdedir. İnsan, daima bu ikilem içindedir; ya bunu, ya da şunu seçme, eyleme eksenidir bu ikilem. Fakat önem, ya veya ya da’dan birini seçme konusundaki basirette değil, yapılacak olan bu seçimi aeterno modo (sonsuza dek) taşıma, üstlenme kararlılığında yatar. Kierkegaard, bu ayrımı çok açık bir ifadeyle dile getirir:

“… gerçek sonsuzluk [sonsuza deklik] ya/ya da’nın ardında yatmaz, önündedir.” (1)

Filozofun temel kavramlarından ikisine gönderme yapan bu tümce, bir insanın yaşama tavrının belirlenmesi açısından da belirleyicidir; ya/ya da’nın arkasındaki insanlar korku, önündeki insanlar ise kaygı içinde yaşar (2). Gerçek bir seçim ya/ya da’nın önünde kalınarak yapılan bir seçimdir. Çünkü, gerçek bir seçim, ya/ya da’nın sunduğu “iyi” ve “kötü” arasında yapılan bir seçim değil, kişinin bizzat iyi ve kötüyü dışarıda bırakmak yoluyla yaptığı kendi seçimidir. Korku, dışarıda bulunan olanaklardan ürkme ve geri çekilme halidir; kaygı ise bizzat seçme, eyleme olanaklarının bir sonucu. Bununla birlikte, insanların büyük bir çoğunluğu kendini derhal ya/ya da’nın arkasına atıverir. Bu insanlar, gündelik seçimlerden öteye, içinde bir kaygıyı taşıyan gerçek bir seçime yönelik olan her şeyden kaçarlar. Neden mi? Kendi olanaklarından, kendi seçimlerini üstlenmekten korkarlar çünkü; kendi düşünceleri, kendi fikirleri, kendi ilkeleri olmadığı için yaparlar bunu; ve kendiliklerini/kişiliklerini inşa etmelerini yarayacak bu meziyetlere yönelmek yerine, hemen yanı başlarında duran ya/ya da’dan birini seçerek kurtuluvermek isterler korkularından. Böyle de yaparlar ve kaygıdan uzakta, kendilerini daima haklı, doğru yerde bulunan, doğru olana tutunmuş olan birer insan olarak duyumsamaya başlarlar sonra. Gerçi, kibir ve küstahlık dışında hiçbir yaşama motivasyonu kalmamıştır ellerinde. Çünkü, bilmektedirler ki, korkularından kurtulmak için yaptıkları bu seçim, onlara, “doğru” çobanlar tarafından güdülen “doğru” koyunlar olmak dışında hiçbir şey vermemiştir! Fakat esas şu ki, ne çoban olmanın ne de koyun olmanın doğrulukla hiçbir ilişkisi yoktur. Ama bir koyun olduklarını da inkar ederler hep. Gelgelelim, korkuları nüksettiği an, ne yapıp ne edeceklerine dair tek bildikleri yöntem, bir çobana danışmaktan başka bir şey değildir. Sözgelimi bir konuyla karşı karşıya kaldıklarında, kendi başlarına hiçbir harekette bulunamazlar, çobanları ne der, ne yaparsa, onlar da aynı şeyi söyler ve aynı şeyi yaparlar. Hatta, günümüz teknolojisinin verdiği olanaklarla, bunları malum sosyal paylaşım sitelerinde paylaşıp, altlarına da saçmasapan “yorumlar” eklerler.

Örnek: 35 kişi can veriyor… Sonra, eski Genelkurmay Başkanı döneminde böyle bir olay olsa, hemen askeri vesayetten falan dem vuracak olan AKP’li Hüseyin Çelik, şimdiki Genelkurmay Başkanı “kendilerinden” diye olsa gerek, Kıbrıs harekatında Türk uçaklarının yanlışlıkla batırdığı Kocatepe firkateynini örnek verip, “İster operasyon hatası deyin, ister beceriksizlik. Bunlar olabiliyor” diyor (3). Çok değil iki yıl önce, kendi cinsiyetine yapılan hakareti alkışlarla karşılayan BDP Siirt Milletvekili Gültan Kışanak ise, ölen çocuklardan birinin “kelime-i şahadet” getirerek bombalamadan kurtulmak istediğini söyleyerek, “Cesedini bulduğumuzda işaret parmağı havadaydı. Bu tabloyu sorgulamayanın İslam’ından vicdanından şüphe ederim ben” diyor (4).

Burada, siyasetçilerin riyalarından söz etmek yersiz. İletişim çağında bu hiçbir işe yaramıyor; ki zannedersem, hiçbir çağda da bir işe yaramamıştır. Çünkü sorun, açık seçik bir halde kirli pazarlıklar dünyasında bulunan bu insanların riyalarında değil, bu insanların birer çoban olarak benimsenmesinde ve bu benimsemeyle birlikte insanların kendilerini bir koyuna indirgemesindedir. Yoksa, nasıl olur da, Çelik’in açıklamaları “Evet, böyle şeyler olabilir” diye geçiştirebilir ve sonra da öldürülen insanların cenazeleriyle başka cenazeler arasındaki farklara işaret eden resimler “paylaşılabilir”; nasıl olur da, Kışanak’ın apaçık bir kirli pazarlık dili olan söylemi, bir “insanlık dersi” olarak değerlendirilebilir. Hem de, üniversite mezunu, belli bir entelektüel donanım sahibi insanlar tarafından yapılabilir bunlar!

Öldürülen “kendinden” olmayınca ağzını açmayıp,  “kendinden” olunca ağzını açmak nasıl bir ahlaki tutumdur, nasıl bir duyarlılıktır? Sırf etnik kökenine ya da dinine hitap ediyor diye, bir partinin söylemlerini tekrarlayıp durmak, nasıl bir tavır, nasıl bir samimiyettir –üstelik etnik ve dini yapılanmaların “insanlık suçu” olarak tanımlanan vakalara sebep olmak dışında hiçbir sonuca götürmediği, tarihte defalarca kanıtlanmış olmasına rağmen!

Bir konuya müdahil olmak için, kendine bir çoban aramaya kalkmak, nasıl bir zihniyetin, nasıl bir bünyenin, nasıl bir ahlakın adıdır? Yanıt: Çürümüş! Korkularından kaçmak dışında hiçbir amacı olmadan yaşıyor olmak; daima sığınılacak bir yer aramak nasıl bir varoluş halidir? Yanıt: Ezik!  Mesela, kişisel bir kendilikle varolmaktan korkup bir etnik kimliğe sığınmak; ya da, düşünsel bir uğraştan korkup belli bir ideolojiye sığınmak, ya da daha basit ve daha saçma bir şekilde, doğaüstü, olmayan varlıklardan korkup bir tanrıya sığınmak nasıl bir yaşama şeklidir? Yanıt: Kişiliksiz!

Ya/ya da’nın arkasına geçip, kaygısız, yalan bir hayatın getireceği tek bir şey vardır; Kierkegaard’ın, biraz da nüktedan bir şekilde dile getirdiği gibi; pişmanlık. Çoklukla da geç kalınmış bir pişmanlık olur bu:

“Evlenirsen, pişman olursun; evlenmezsen, yine pişman olursun; evlen ya da evlenme, pişman olursun. Dünyanın aptallıklarına gül geç, pişman olursun; gözyaşı dök, yine pişman olursun; dünyanın aptallıklarına gül geç ya da gözyaşı dök, pişman olursun; dünyanın aptallıklarına ister gül geç, ister gözyaşı dök, pişman olursun. Bir kadına [/erkeğe] inan, pişman olursun; inanma, yine pişman olursun; bir kadına [/erkeğe] inan ya da inanma, yine pişman olursun; bir kadına ister inan ister inanma, pişman olursun. Kendini as, pişman olursun; kendini asma, yine pişman olursun; kendini as ya da asma pişman olursun; kendini ister as ister asma, pişman olursun. Bu, beyler [hanımlar], bütün felsefenin toplamı ve özüdür.” (5)

——–

  • Kierkegaard, Sören; Kahkaha Benden Yana; Ayrıntı yay., 2005, İstanbul (2. basım); çev. Nedim Çatlı; s.74. // Vurgular ve köşeli parantez içindeki ifade bana ait.
  • Bu tümce ve devamındaki ifadeler, Kierkegaard okumalarımın kişisel bir yorumu niteliğindedir. Bu sebepten, bu ifadelerin filozofun felsefesiyle birebir örtüşmediğini belirtmek durumundayım.
  • Alıntı, 5 Ocak 2012 tarihli Hürriyet Gazetesi’ndeki Turan Yılmaz’ın haberinden yapılmıştır.
  • Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir, “h.s s.k.t..r” diye küfrederken, yanı başında bulunanlardan biri de Kışanak’tır (ilgili video görüntülerine internetten rahatlıkla ulaşılabilir). Öte yandan, Kışanak’ın olay sonrası TBMM’de yaptığı konuşmadan alıntılanan yukarıdaki ifadelerinde, Baydemir’le aynı yöntemi kullanarak, işin içine insanların dürüstlük algılarını en çok körelten yapı olan dine başvurması da dikkat çekici bir husustur. Şöyle ki, kendi kişiliklerinden kaynaklı olarak dürüst bir duyarlılığa sahip olmayan insanlar, bu tarz referanslara başvurmadan bir konu hakkında bir şey söylemekten daima çekinirler çünkü; öyle ki, söz konusu referans kendi duruş noktalarıyla bağdaşmasa da bunu yapmaktan alıkoyamazlar kendilerini –ki bunun kanıtı, sözü edilen iki kişinin de dindar bir insan olmadığının hemen herkes tarafından açık bir şekilde biliniyor olmasıdır.
  • Age. s. 73-74. // Köşeli parantez içindeki ifade bana ait.

Bu yazı ilk olarak 9 Ocak 2012 tarihli Başkent Gazetesinde yayımlanmıştır