Günümüzde put tapıcılığı, bir yandan her şeyi belirsizlik eksenine taşıma, bir yandan da her tür denetimden muaf bir doğruyu savunma biçimlerinin bir arada bulunma hali olarak yaşanmaktadır. Burada, belirsizlik tüm değerlerden arınmayı, denetimden muaf bir doğru ise tüm değerleri mülk edinmeyi hedefler. Her fikrin, her düşüncenin herkesin hizmetine sunulduğu bu dünyada, mantıksal esasların, her fikrin her inançla uyuşmayacağını apaçık bir şekilde ortaya koyması önemsizdir; çünkü mantığa, etiğe ve estetiğe hiçbir yer bırakmayan bir dünyadır bu; tutarlılık bir ilke olarak dışarı atılmış, etik, bir tavır olarak hazza indirgenmiş, amaçsallık, bir yaşama motivasyonu olarak ötelenmiştir.
Evet, “Tüm değerlerden arınıp, tüm değerleri mülk edinmek mümkün müdür?” sorusunun yanıtı bellidir! Fakat, kavramların allak bullak edildiği, fikirlerin sloganlarla, düşüncelerin inançlarla yer değiştirdiği bu dünyada böyle bir soru bir hak ihlali anlamına gelir: sorulmaz ve de sordurulmaz! Bu hak ihlali “tehlikesi”nden dolayıdır ki, bir doğru olma kaygısı güdülmekte, bu yüzden bu saçmasapanlığı bir doğruya yaslama gayreti içine girilmektedir. Çünkü ister istemez, birbirini tutmayan iki eylemi gerçekleştiren ya da birbiriyle uyuşmayan iki düşünceyi aynı anda savunmaya kalkan insanların bu saçmasapan varoluş biçimini onaylatması gerekmektedir. İşte, bu onayı, mantık, etik ve estetik eksende elde etmek mümkün olmadığındandır ki, putlara tapılır. Gelgelelim, emrettikleri katı ve kesin yasaklardan ötürü geleneksel inançların putlarından da bu onay çıkmaz. Fakat bu putların sahip oldukları sosyal güç, mantık, etik ve estetik gibi bir çırpıda kapı dışarı edilmelerini engeller. Çünkü esas itibariyle tapılan şey putun kendisi değil gücüdür! Çünkü, tüm bu saçmasapan dünyayı kuran yapının esası da güçten başka bir şey değildir! Bu yüzdendir ki, geleneksel inançların putları revize edilir; böylece insanlara bir yandan bu güce ait olmanın rahatlığı sunulur, bir yandan da tek tek her insanın bir hak ihlalinde bulunma tehlikesi bertaraf edilir. Ortalığın kraldan çok kralcılarla dolmasının sebebi budur. Tüm düşünsel tartışmaların saptamalardan arındırılarak, “güçlü olan benim ya da benim tarafım” şeklinde özetlenebilecek zemine taşınmasının sebebi de budur. “Madem ki biz yanlışız, neden bu kadar çoğunluktayız…” ya da şayet çoğunlukta değillerse “Neden bu kadar insan buna inanıyor…” ya da şayet çok az sayıda bir insansa söz konusu olan “Ama biz de buna inanıyoruz…” şeklinde yapılan saçmasapan usavurmaların kaynağı da budur.
Tüm düşünsel içeriklerin güç tarafından katledilmesi sonrasında geriye sadece sayılar ve inançlar kalmıştır. Bilinçli olarak gerçekleştirilen cahilleştirme sonrasında, zihinler, sayı saymak ve belirsizliğe tapmak dışında her tür etkinliğe kapatılmıştır.
“Sayımız kaç?” ve “Neye tapıyoruz?” dışında hiçbir şeyin ilgi çekmediği bir yaşama biçimi ve bu yaşama biçimini sorunsuz bir şekilde sürdürebilmek için her şeyin üstünü belirsizlik külüyle örten bir tabaka…
Değerler mi? Onlar sadece iyi ve kötü itaat biçimleriyle değiştirilmiştir. Çünkü, güç, tüm her şeyin üstünü belirsizlik külüyle örten tabakayı gerektiği her an ortadan kaldırabilir ve gerektiği her an ortadan kaldırmıştır da! Nitekim, itaat kültürü olan kitle şeklinde yaşama biçimi, her an her şeye dönüşebilir; öyle ki, Elias Canetti’nin Kitle ve İktidar adlı eserinde bahsettiği kitlelerin bir günde din değiştirme haline dikkat çekmesinin sebebini burada aramak gerekir; yani, o göklere çıkarılan, hatta bizzat gökten geldiği öne sürülen, pek iştahlı bir dille savunulan, uğruna tuhaf tuhaf meşakkatli ritüellerin geliştirildiği, hayatların onlar uğruna yaşandığı inançlar, kısacası kitle kültürüne dahil olan insanların değer olarak ortaya koyduğu ve değer olarak yaşadığı her yapı (ki kutsal ve yıkılamaz olarak tanımlanırlar hep) bir günde yıkılır ve yerine başka bir şey konur. Tarih bu durumu doğrulayan örneklerle bezenmiştir; kitleler, bir günde inançlarını, tanrılarını terk etmiş ve yeni bir inanca yeni bir tanrıya geçivermiştir. Neden mi? Çünkü, yukarıda da belirttiğim gibi, tapınılan şey, putun kendisi değil (bu yüzden bir putun görünür ya da görünmez olmasının hiçbir önemi yoktur), putun sahip olduğu güçtür. “Peki, putlar, bu gücü nerden edinmiştir?” diye sorulacaktır; bu yerinde sorunun yanıtı, putun bu gücü kendisinin edinmediği, bu putu yaratanların kendi güçlerini gölgelemek için bu putu araya soktuklarıdır. Çünkü, “Güç benim!” diyen herkes somut ve maddi bir varoluşa sahip olmasından ötürü kolaylıkla yıkılabilir, fakat “Güç benim arkamda olan bilinmez, kutsal, tuhaf bir şeydir” dendiğinde bunu ancak bizzat yaratıcısı yıkabilir. Bu yüzdendir ki, kitlelerin bir günde din değiştirmelerinin kararı, kitlelerin bünyesinde barındırdığı tek tek insanlar tarafından değil, bu gücü taşıyan iktidar tarafından alınır hep! Ve kitle de bu karara boyun eğer! Bu anlamda her tapınma hali hiçbir zaman bir gerçeklik statüsüne taşınmaz, ne kitle ne de putun yaratıcıları gerçek anlamda sözü edilen puta tapar. Aksine her tapınma biçimi, bir güce boyun eğme halinden başka bir şey değildir. Ve her tapınılan şey, bir güçten başka bir şey değildir. Daha da açık bir şekilde ifade etmek gerekirse, taptıklarınız korktuklarınızdan başka bir şey değil, tapınma haliniz de bir korkuya boyun eğme biçiminden başka bir şey değildir. Son olarak, gerçek değerlere gelince, onları yaşama ve onları üretmenin yolu tapınçlardan değil, doğru olana saygı göstermeyi esas alan mantık, etik ve estetik eksende bulunma tavrından geçer, başkaca da bir şeyden geçmez…
Bu yazı ilk olarak 19 Aralık 2011 tarihli Başkent Gazetesinde yayımlanmıştır.