Perşembe, Ekim 23, 2025
Köşe yazısı

Hoşgörü yalanı


Etnik varoluşların ne gibi sonuçlar doğuracağına ilişkin bu gazetede iki yazı yazmıştım(1). Bu yazılarda, dünyada ve daha yoğun olarak Türkiye’de etnik yapıların bireylerin kişilikleriyle takas edilmek istendiğini belirtmiş ve kültür denen yapının da tümüyle etnik varoluşlara indirgenmek istendiğinden söz etmiştim. Aradan geçen 1-2 yıllık süreç sonunda, şimdiki durumun çok daha vahim olduğunu fark ediyorum. Artık, kültür tümüyle etnik varoluş alanına hapsedilmiş bir halde. Dahası, bu şekilde algılanan kültür, insanlarca bir arada yaşanan hayatın yegane kurucu öğesi olarak pazarlanmaktadır. Son dönemlerde giderek yaygınlaşan, “bizim milletimiz”, “bizim kültürümüz”, “bizim dinimiz”, “bizim cinsiyetimiz” vb gibi aptalca söylemler bu durumun vardığı noktanın berrak bir tablosunu çizmektedir. Öyle ki, artık insanların birçoğu, kişiliklerini, henüz dünyaya gelmeden, onlar adına karar verilmiş hazır bir şey olarak algılar haldeler. Bu dehşet verici durum, çok büyük bir felaketin kapıyı çalmak üzere olduğunu gösteriyor. Ki korkarım, bu felaket, kapıyı çalmadan önce, kapıyı kırmayı tercih edecektir!

***

Etnik varoluş kipi, üst düzey bir cahilleşme ve cahilleştirilmenin ürünüdür. Türkiye özelinde bu cahilleşme/cahilleştirilme halinin başlangıcı kanımca 1970’lere denk düşmektedir. Nitekim, Türkiye’de son 40 yıldır, siyasete ilişkin tüm kavramlar bilinçli bir şekilde, sosyolojizm, psikolojizm ve tarihçiliğin emri altına sokulmuştur. Hal böyle olunca, bu üç disiplinden uzakta duran siyasi söylemlere karşı gözler bir hayli körleşmiş ve kulaklar bir hayli sağırlaşmıştır. Yaşanan cahilleşmenin iki büyük tetikleyicisi olan bu körleşme ve sağırlaşma, zihinleri felsefi temelinden yoksun kavramlarla kuşatmış ve bu kavramların içine itilen insanlar, günden güne çelişkilerin içinde kişiliksiz bir varoluş kipini benimsemeye başlamışlardır. Ki bu durum, ilişkilenme ve ilişkiler kurmak yerine, belli bir yere ait olmayı esas alan bir yaşama biçimine karşılık gelir. Ve bu yüzden etnik kimlikler her geçen gün daha bir ön plana çıkar ve bir arada yaşama çabasının yerini birbirinden ayrılma şiddeti alır. Çünkü, bir yere ait olmak bu yer dışında kalan yerlere ait olmamayı da beraberinde getirir ve bu da daima bir düşmana karşı bulunma halidir, ve düşmanlar arasındaki bir yaşam daima kanlı olarak biter! Şöyle ki, etnik kimliğini bir kişilik olarak ortaya koyan biri, bir yandan kendini kusursuz bir “doğru”nun taşıyıcısı olarak algılarken, bir yandan da kendi kimliği dışında kalanların yanlışlığını ilan eder. Burada yapısı gereği her tür denetimden muaf tutulan “doğru”, kanlı bir amaç gütmektedir. Çünkü varlığını sadece ve sadece güç üzerinden tanımlayabilen bir “doğru”dur bu ve bu yüzden ancak yanlış olanı yok ettiği sürece kendi varlığını sürdürebilir. Gelgelelim, hal böyleyken, bu açık saptamalara karşın, hiçbir etnik yapı kendini “kan dökücü” olarak tanımlamaya yanaşmaz. Aksine her etnik kimlik ya da her din (bir dine ait olmakla bir etnik kimliğe ait olmak arasında bir fark yoktur, çünkü dinler de etnik birer yapı olarak varolur; her ikisinin de kendini tüm denetimlerden muaf olan bir “doğru”nun taşıyıcısı olarak ortaya koyması bu farksızlığın açık kanıtıdır) durmaksızın “doğru” olan kendinin insanseverliğinden, iyilikseverliğinden ve hoşgörüsünden dem vurur. Burada en belirleyici kavram “hoşgörü”dür. Çünkü böyle bir zemine uygun düşen ve her tür denetimden yoksun bir “doğru”yu bünyesinde taşıyan birinin, yanlışlıklar içindeki diğer insanlara karşı gösterebileceği en “iyi niyetli” tavırdır hoşgörüde bulunmak. Yani insanseverliğinden ve iyilikseverliğinden sual olunamayan etnik yapıların, dünyada bir arada yaşayabilmek için önerdiği en başat şeydir hoşgörü. Yani bir lütuf! “Doğru” olanın, yani güçlü olanın, canı istediği an vazgeçebileceği bir tavır! Çünkü hoş görebilmek için belli bir gücün sahibi olmak, belli bir mevkide bulunmak ve belli bir yok etme olanağına sahip olmak gerekir. Yani, ancak ve ancak hor görebilme, yok edebilme olanağına sahip bir insan hoş görebilir!

İşte, buradaki çözümlemenin sonucu, hoşgörünün ısrarla öne sürüldüğü gibi, birleştirici ve yapıcı bir unsur olmadığını açıklıkla ortaya koyar. Hal böyleyken, hangisi olursa olsun, kişiliğini bir etnik yapıya emanet etmenin, etnik bir varoluş kipini benimsenin hiçbir haksızlığa çözüm getirmeyeceği de açıktır. Bununla birlikte, ısrarla benimsenen etnik yapıların, birilerinin kendini diğerlerinin yaşamı için hoş görmeye koşulladığı ve diğerlerinin de bu birilerinden hoşgörü dilenmeye zorlandığı bir alan dışında (ki böyle bir bir-aradalık daima kanlı biter!) hiçbir yaşama alanı oluşturmayacağı da açıktır. Gelgelelim, tüm bu esaslara rağmen yine de hoş görmeye devam etmek istiyorsanız, bilmelisiniz ki, bünyenizde taşıdığınız bu yapı, kan dökücü bir zihniyetin sual olunmaz emrinden başka bir şey değildir!   


(1) Bkz: “Edebiyat Evreni” adlı köşede, “Etnik varoluşlar ya da kimlik dilenciliği” ve “Etnik kabus” başlıklı yazılar. Sırasıyla 16 Kasım 2009 ve 7 Haziran 2010 tarihli Başkent gazeteleri.


Bu yazı ilk olarak 28 Kasım 2011 tarihli Başkent Gazetesinde yayımlanmıştır.