Perşembe, Ekim 23, 2025
Köşe yazısı

Mediyokrasi kâbusu -2-


İnsan gerçekliğini var eden şey, büyük ölçüde düşüncelerdir. Fakat çok az insan düşünür. William James’in belirttiği gibi, birçok insanın düşündüğünü zannettiği şeyler, çoklukla önyargılar arasında bir yer değiştirme işleminden başka bir şey değildir(1). Bu bir tür zihin tembelliğidir. Ve çoklukla, bir arada yaşayan insanların karşılaştıkları sorunların temelinde de bu durum, yani bir zihin tembelliği söz konusudur. İşte, bu zihin tembelliğinin çoğunluğa ulaştığı ya da çoğunluk tarafından düşüncelerin değil, önyargıların belirleyici olduğu bir toplumda yaşanan rejimin adıdır mediyokrasi: Karar verici mercilerde vasat insanların bulunduğu, bir arada yaşamanın tüm belirlemelerinin, hiçbir nitelikleri olmayan, meziyetsiz ve kişiliksiz insanlara emanet edildiği bir rejim. Bu noktada, Türkiye’de yıllardır tartışılan ve her sorunun temelindeymiş gibi gösterilen seçkinlerin yönetimi (meritokrasi) diye bir durum asla söz konusu değildir. Türkiye’deki sorunların hemen hemen hepsinde yatan neden, yönetim kademesindeki birtakım seçkinlerin kibirleri değil, aksine en meziyetsiz, en beceriksiz, en donanımsız, kısacası en iyi olasılıkla vasat insanların, en olmaması gereken yerde olmasından kaynaklanmaktadır.

***

Vasat bir insan, etraflarındaki insanları, kendi duygu ve düşünsel ihtiyaçlarını karşılayabilecek olanlarla, olmayanlar arasında ikiye böler. Bir şey yapmaya yönelik olarak değil, bir beklenti içinde geçirmeye yönelik olarak kurar yaşamını. Ve bu beklentileri karşılanmadığı sürece, sürekli olarak birilerini suçlar. Kendi yaşamının sorumluluğunu her durumda ve her koşulda inkâr eder. Nitekim bir sorumluluğu inkâr etmek, kendi yaşamınızı kontrol edemediğinizi beyan etmekle aynı şeydir. Kendi yaşamınızı kontrol edememek demek de, birinin sizi kontrol etmesine ihtiyaç duymanız anlamını taşır. Buraya kadar her şey, vasat insanın kendi yaşamı ve mikro çevresindeki sorunlara işaret eder. Ve bir bütün olarak büyük bir soruna karşılık gelmez. Ancak, ne zaman ki vasat bir insan, daha kendi yaşamını bile kontrol edemiyorken, tüm meziyetsizliğine, tüm beceriksizliğine, tüm donanımsızlığına rağmen, bir yerlere gelirse, sözgelimi, bir amir, bir öğretmen, bir doktor, bir hukukçu, bir profesör, bir dekan, bir rektör, bir milletvekili, bir bakan, bir başbakan, dahası bir cumhurbaşkanı olursa, işte o zaman, hak, hukuk, adalet, ahlak ve bir arada yaşamak adına büyük bir sorun var demektir.

Ve bu sorunun adıdır mediyokrasi. Ve Türkiye’nin sorunu da budur.

Çünkü vasatlık, her durumda ve her koşulda bir şeylere bağımlı olma halidir. Bir güce, bir yönlendiriciye bağımlı olma hali. Bu bağımlılık, bile isteye bir şeye bağlanmanın değil, hiçbir şeye bağlanmak istememenin, yani hiçbir konu hakkında hiçbir karar vermeme isteğinin ve ezikliğinin –ki böyle bir istek bir ezikliğe karşılık gelir– doğurduğu bir bağımlılıktır. Bir, hiçbir şey yapamama halidir. Bir kâbus: Tercih yapılamayan, tercihlerin yapılmadığı, sadece ve sadece uyaranlar ve tepkiler düzeyinde yaşanan bir hayatın adı olan kâbus. Bu yüzden, vasat insanlar daima güvenilmezdir. Çünkü bugün dediğini, yarın inkâr eder. Bugün savunduklarını, yarın çöpe atabilir. Ve en nihayetinde, biraz da amiyane bir ifadeyle, satabilir ve satın alınabilir.  

***

Peki, vasatlıktan nasıl çıkılabilir? İlk adım önemlidir kuşkusuz. Fakat ilk adım asla yeterli değildir. Olası bir kavrayış anını yaşamak, farklı bir duyguya kapılmak, doğru bir düşünceye yönelmek önemlidir. Ancak bu önem, içinde bulunulan frekanstan asla çıkılmadığı sürece bir anlam taşır. Evet, her şey, olasılıklarla vücut bulur. Her insan, bir olasılıklar bütünü olarak dünyaya gelir. Her insan, bir potansiyeldir. Fakat her potansiyel olan, harekete geçmediği sürece bir anlamda hiçbir şekilde olmayandır. Ancak ve ancak, kendisi için bir kararlılığı esas alan insanlar, başka biri haline (2), kendiliğine sahip çıkabilir.

Değişmeniz gerekmektedir, yani tutumlarınızın, yaşama tarzınızın değişmesi şarttır. Yani etkin bir şekilde, karşınıza çıkan her konu ve olay hakkında düşünmeyi seçmek durumundasınızdır. Aynı şeyleri aynı biçimde yaşamaya devam ettikçe, aynı şeyleri düşünmekten –yani önyargılarınızı değiştirme oyunundan– öteye gidemezsiniz. Düşünebilmeniz için, zihninizi, özgür aklın kontrolünde tutmanız gerekir.

Kuşkusuz organizatör olarak, mediyokrasinin esas alındığı bir dünyada, bir ülkede, insanların yıllarca süren duygusal ve düşünsel bir sömürüden sonra, kendileri için, kendi gerçeklerini kavramaları ve kendi hayatlarını yaşamaları için gerekli olan, duygu ve düşünceleri ayırt edebilmelerini sağlayacak tüm alıcıları da tahrip edilmiş bir halde bulunacaktır. Bu tahribat, ilk adımı ve geri kalan adımları atabilmek için sorulması gereken soruların önemine de işaret eder. Nitekim düşünmek için soru sormak şarttır. Bu anlamda, gerçekten de vasat bir insan olmamak isteniyorsa sorulması gereken sorular şunlardır:

Yaptıklarımızın, yaşadıklarımızın, tercihlerimizin, tavır ve tutumlarımızın ne önemi var? Başlı başına yaşam denen şey, üzerine bir önem atfedilebilecek denli bir değeri taşır mı?

Doğrunun yanlış karşısındaki ayrıcalığı nedir? Böyle bir ayrıcalığı var mıdır gerçekten? Neden çelişkililiği değil de, tutarlılığı; ikiyüzlülüğü değil de dürüstlüğü vb seçmek bir ahlak (3) kriteri olarak karşımıza konur? Ya da gerçekten böyle bir ahlak kriteri var mıdır? Ahlak denen bir şey var mıdır?..

Bilmek için olmak şarttır.


Notlar:

  1. Zihinden yapılan bir alıntı.
  2. Arthur Rimbaud’nün ünlü sözü. Özdemir İnce tarafından, tüm şiirlerinin çevirisini içeren kitabın da adıdır. Bkz. Arthur Rimbaud; Ben Bir Başkasıdır; Gendaş Yayınları.
  3. Çoklukla yazılarımda geçen “ahlak” terimine yöneltilen eleştiriler için, burada şunu belirtmek durumundayım. Ahlaktan söz ederken, asla ve asla ahlak kurallarından bahsetmiyorum, kurallardan bahsetmiyorum, “kural” diye bir kavram bile tanımlamıyorum.

Bu yazı ilk olarak 17 Ocak 2011 tarihli Başkent Gazetesinde yayımlanmıştır.