Pazartesi, Aralık 8, 2025
Köşe yazısı

Hırsızlıklar imparatorluğu


Hukuka başvurmanın suç, yasalardan söz etmenin ise ayıp olarak algılandığı günleri yaşıyoruz. 

İnsanlar için, bir arada yaşayabilmenin koşullarının en başında gelen hukuk, yaşamın hemen her alanından gün be gün silinerek yok ediliyor…

Ve aynı zamanda, insanların bir arada yaşamasını baltalamak isteyenler için ilk yok edilmesi gereken şey olan hukuk da, gün be gün mahkeme salonlarının, anlaşılmaz yasal tabirleri içinde, bir oyuna ve bir saçmalığa dönüşüyor/dönüştürülüyor…

İnsanların tek tek adalara hapsedilip, giderek yalnızlaştırıldığı ve diğer insanlardan uzaklaştırılarak, ancak belli bir takım riya ve yalan kriterleri üzerine kurulan ilişkilere zorlandığı bir yaşamın içinde, hukukdan söz etmek, bir arada yaşayabilmek için yasaları öne sürmek, artık tümüyle anlamını yitirmiş bir yaşama tavrı olarak bulunuyor…

***

Hal böyle olunca, insanlar arasındaki ilişkiler de tümüyle elbet. Çünkü en nihai noktaya gelindiğinde, yani doğru ve doğruyu söyleyen kişinin yanında bulunma durumuyla karşı karşıya kalındığı an, çok insan, doğrunun değil yanlışın, haklının değil haksızın yanında yer almayı seçmekte hiçbir ahlaki sıkıntı, hiçbir kişilik ezilmesi ve hiçbir bedensel rahatsızlık duymuyor, yaşamıyor. Çünkü insanların birçoğunun seçimlerini belirleyen kriterler ve ne zaman, nerede bulunmaları gerektiğini koşullayan ilkeler, doğru ve yanlış üzerinden değil, güçlü ve zayıf üzerinden değerlendiriliyor artık. Yani artık, hemen herkesin benimsediği tek yaşama tavrı güçlü olmak üzerine kuruluyor. Haklı ya da haksız olmanın, doğru ya da yanlış olmanın hiçbir anlamı yok. 

Nitekim bu durumun en kristalize hallerinden birini, ebeveynlerin bir zamanların aksine, çocuklarına doğrunun ve doğruyu savunan kişinin yanında yer almayı değil, doğru ve doğruyu savunan kişilerden uzaklaşmasını salık vermesinde de görebilirsiniz. Bunun yerine, çocuklara salık verilen başat nasihat şudur artık: Güçlünün yanında ol, güçlünün yanında kal.

Bununla birlikte kuşkusuz herkes, güçlü olan ve güç karşısında silikleşerek kişiliksizleştiğini ve her tür ilişkide bir hiç konumuna itildiğini açık seçik bir şekilde biliyor. Fakat bilmek, Sokrates’in zannettiğinin aksine hiçbir şeyi değiştirmiyor. Nitekim insanlar, kendilerine ait bu rezaletin bilgisine rağmen, birlikte yaşamaya yazgılı olduğu hemcinsleri arasından, kendi yalanlarını, kişiliksizliklerini, ancak karşı tarafın, yani yaşamına çarpan insanların kişiliksizliği ve ahlaksızlığıyla dengelemeye çalışmakta buluyor çareyi –ahlaklı olmak, dürüstlük ve ilkesellikte değil ne yazık ki! Yani, herkesin, yalanlarını ve riyalarını dengeleyebileceği insanları aramaya koşulduğu bir dünya kurulmuş durumda artık. Öyle ki, en naif anlamlarıyla, “kimsenin malına, mülküne göz dikmemek, dilenciliği meslek edinmemek” vb gibi basit geleneksel değerlerin dahi yitirilmesine sebebiyet vermiştir bu durum.

Dürüstlük, düşüncelilik, ahlaklılık ve ilkesellik gibi temel bileşenlerin tümü katledilmiş ve terk edilmiş halde. Ki bu durum, öyle bir boyutta yaşanıyor ki artık, kurulan bu dünyada, adeta bir son nesil ürünü olarak bulunan dürüst ve ahlaklı insanlara asla ve asla tahammül edilememekte. Ve gerçekten de, dürüst ve ahlaklı olan insanlar için, yaşama denen varolma esası, büyük bir eziyete dönüşmüş durumda.

***

İnsanların yaşam içinde birbirleriyle ilişkiye girmelerini belirleyen en önemli parametrelerin başında ekonomik bileşenler gelir. Bu anlamda, söz konusu, yalanlaşma ve riyalaşma durumunun en göze görünür halleri ekonomik ilişkiler içinde göze çarpar. Ve ahlaksızlaşmanın, hukuksuzlaşmanın, yasasızlaşmanın en iğreti halleri de bu düzlemde yaşanır.

Nedir bu düzlem? Ve bu düzlemde yaşanan nelerdir? Ya da bu düzlemde nasıl yaşanabilir?

Şayet dürüst ve ahlaklı bir insan değilseniz, bu düzlemde benimsemeniz gereken tek ilke şudur: Her durumda, her koşulda, her konuda ve her yaşamada çalmak. Çalarak yaşamak. Çalabildiğiniz kadar çalmak. Çünkü düpedüz bir hırsızlıklar imparatorluğudur içinde bulunduğunuz düzlem. Düpedüz, bir dolandırıcılık, bir hak yeme, bir tecavüzcü ve mütecaviz olarak yaşıyorsunuzdur artık. Yani ya tecavüz edensinizdir, ya da tecavüz edilen. Yani, ya hakkı yenensinizdir, ya da hak yiyen. Yani, ya güçlüsünüzdür, ya da zayıf. Yani, ya paranız vardır, ya da yok!

***                                                                     

Evet, böyle bir dünyada yaşıyoruz artık. Bir çalışan patronuna, haftalık yasal çalışma süresinden söz ettiği ya da iş yerindeki yasa dışı uygulamalar konusunda şikâyette bulunduğu için suç işlemiş olarak değerlendirilirken, güçlünün yanında yer alan diğer çalışanlar masum kimliğiyle işlerine devam edebiliyor. Ve çoklukla bunun üzerine yasadan ve hakkından söz eden çalışan derhal işten çıkartılıyor. Daha da ötesi, içinde bulunduğu ekonomik koşullardan dolayı yazılı hukuk mercilerine bile başvurması engelleniyor. Yani, hemen her durumda, doğru olanın emeği ve hakkı göz göre göre çiğneniyor.

“Komşusunun ceketini çalanlar, gömleksiz” kalmıyor artık, aksine, üzerlerine bir de palto sahibi oluyorlar. Baksanıza, hiçbir suçluya mutlu bir sonu layık görmeyen sinema sektörü bile, iş hırsızlığa ya da dolandırıcılığa gelince, hep de mutlu sonlarla sonlandırıveriyor senaryoları. Öyle ki, ne açlık ne de zorunlu bir ekonomik açmaz içinde olmayan bu hırsızlar, sırf bir güç ve para elde edebilmek için çıktıkları yollarda, o denli sempatik, o denli karizmatik insanlar olarak sunuluyor ki seyircilere, adeta “siz de böyle yapabilirsiniz/çalabilirsiniz” deniyor. Fakat açlıktan ölmek üzere olan bir çocuğun yaptığı hırsızlık (ki buna hırsızlık denmez) ise nasıl da kötü, siyah, vahşi ve zayıf olarak gösteriliyor…


Bu yazı ilk olarak 3 Ocak 2011 tarihli Başkent Gazetesinde yayımlanmıştır.