Esası itibariyle, hayatı, bir birlikte-yaşama-kültürü olarak kavrayarak, onun oluşumunda ve oluşturulmasında belirleyici bir etken olmayı hedefleyen ve her şeyi kapsamayı amaçlayan edebiyat, gerek dünyada gerek Türkiye özelinde uzunca bir süredir –neredeyse bir yüzyıl kadar– bu hedef ve amacından uzaklaşmış ve de uzaklaştırılmış bir halde bulunuyor. Edebiyatın, edebiyatsızlaştırılmasına neden olan bu durum, ilk başlarda, sokak sokak gezinip okunmak için dilenen insanlar üretmişti. Bu insanlar, üzerlerine yazar, şair vb gibi unvanları almak için saçmasapan bir yarış ve kavga ortamının içinde didişmeye başlamışlar ve kısa bir süre içinde, kendi kısır yaşamları ve küçük çaplı ilişkilenme yumaklarıyla, edebiyatın her şeye yönelen kapsamını daralttılar. Nihayetinde, ortaya ne bir duruş sergileyen, ne bir duyarlığı bünyesinde taşıyan, ne de bir edebiyat ürünü ortaya koyabilmek için gerekli teknik ve entelektüel birikime sahip olan insanlar kapladı etrafı.
Daha sonra ise, günümüze dek devam eden ve günümüzde de varlığını sürdüren bir durum yaşanmaya başlandı: Edebiyat denen şey, çoklukla küçük kümelenmeler halinde kendilerine belirli mekânlar ve yayın olanakları bulan, sadece ve sadece birbirlerinin yazdıklarını okuyarak (ki çoklukla bu bile yapılmadı) birbirlerini yazmaya teşvik eden ve söz konusu kümelenmeler bünyesinde, birbirlerinin yazdıklarını ve okuduklarını pek mühim eserlermiş gibi değerlendiren ve de onaylanmak karşılığında onaylamayı benimseyen kimi insanların bir eğlencesi ya da daha da ötesi öylesine yapılan bir sohbetin mezesi haline dönüştü ya da dönüştürüldü.
Sondan bir önceki aşamada ise, yani aşağı yukarı son elli yıldır, ortaya çok daha vahim bir tablo çıktı. Artık, edebiyat, çeşitli kişilik açmazlarının ve bu açmazlar içindeki basit ilgi ve heveslerin giderilmesine yönelen bir etkinlik alanına indirgendi. Bu indirgeme şuydu: Egemen yaşama kültürünün sıradanlaşma ve öyküsüzleşme kuşatmasından sözde bir şekilde kaçınmak isteyen birtakım insanlar, bu kuşatma içindeki küçük çatlaklara sığınıp, kimi marjinal elbiseler giyerek, yeni bir sıradanlaşma türü inşa ettiler. İnşa edilen bu yapı, bir hapishaneydi. Ve bu hapishaneye ilk yerleşenler de onu inşa edenler oldu. Öyle ki, her biri gönüllü birer mahkûm olarak yerleştiler bu hapishaneye. Ve sonra, gönüllü birer mahkûm olarak, zaman zaman lütfedip, bir kalemle boş bir kâğıdın karşısına geçtiler ve ortaya edebiyatın yeni şekli denen “yepyeni” eserler çıkardılar. Tuhaftır ki, bu eserlerin hemen hepsinde, edebiyat bir kutsal olarak benimseniyor ve onu ortaya koyan insanlara tapınılması için yalvarılıyordu adeta. Yazık ki, bu yalvarmalara yanıt veren okuyucular da çıktı ortaya. Ve bu okuyucular tarafından, söz konusu mahkûmlara ve onların yazdıklarına karşı çeşitli tapınma ritüelleri geliştirildi. Nitekim söz konusu mahkûmlar, bu tapınmalar sonunda öylesine soyut bir varlık statüsüne yükseldiler ki, ilk başlarda zaman zaman dışarı çıkıp dolaşabildikleri, bizzat kendi eserleri olan hapishaneden, bir süre sonra, ara sıra bile olsa çıkmaya korkar oldular. Ve gerçekten de az bir süre daha geçtikten sonra, hemen hemen hapishanenin dışına hiç çıkamaz bir hale geldiler. Bununla birlikte, hapishanenin inşaatına katılmayan, fakat oradaki yaşamın ve tapınılmanın “görkem”ine ilgi duyan, yeni yeni mahkûmlar da geliyordu hapishaneye. Bu yeni gelen mahkûmlarla birlikte, hapishanedeki mahkûmların sayısı bir ara öyle bir sayıya ulaştı ki, bu Olympos dağına benzer yerde yaşanan yaşam, enikonu, sıkış tepiş bir hal almaya başladı. Ve böylece, mahkûmlar, yazmayı bir kenara koyun, doğru düzgün nefes bile alamaz oldular. Haliyle, fakirleştiler de elbet. Nitekim bu dönemde, en temel gıda ihtiyaçlarını bile zar zor karşılamaya başladılar. Çünkü her tapınılan şeyin başına gelen unutulma ve terk edilme durumunu makul bir zaman dilimi sonrasında onlar da yaşadı ister istemez: Yani isimleri belleklere kazınıyor, fakat varlıkları siliniyordu. Ve bu hal içinde, önce, yazdıkları eserler okunmaz olmaya başladı ve bu durum, tek gelir kaynakları olan ve farklı sebeplerden dolayı sayıları gün be gün azalan okurların satın aldıkları kitaplarından doğru düzgün bir gelir elde edememelerine sebep verdi. Çok ama çok fakirleştiler… Nihayetinde hem kalabalıklaşmışlar hem de aç kalmışlardı. Hal böyle olunca, çoğunluğu kendini içkiye ya da benzer şeylere verdi ve böylece sözcüğün en saf haliyle sapıklaşmaya da başladılar. Ki hapishane içine tıkılı kalan yaşamlarında, kösnül isteklerini gidermek için, edebiyatı, yeni bir para-birimi olarak kullanmaya bile başladılar bir süre sonra. Yani, kimi erkeklerin cinsel isteklerini gerçekleştirmek için partner bulma aracına dönüştü edebiyat. Ve benzer şekilde kimi kadınlar da bu durumu benimsedi. En son haliyle, bu durumun, günümüzde de sürüp gittiği ve bu köhnemişliğin, kişiliksizleşmişliğin, hiçliğin, riyanın, rezaletin yaşanma şekli, bu durumu eserlerinde defalarca gözler önüne seren Leylâ Erbil’in bahsettiklerinden çok daha vahim ve çok daha iğrenç bir şekilde yaşanmaya başlandı artık. Ve halen, bu şekilde yaşanmaya devam ediyor…
Tüm bu süreç içerisinde, soluk alıp verişine son vermeyen gerçek edebiyata gelince; o, tümüyle unutulmuştu kuşkusuz. Malum mahkûmların; yazma uğraşını, yazmayı isteme durumunu ve yazarak yaşama tavrını baltalamalarına yönelik olarak, ilk andan beri bir direnç gösterilmişti elbet. Söz konusu süreç boyunca gösterilen bu direnç, her ne kadar hatırı sayılır ölçüde belli bir başarı kazanmış olsa da mahkûmlara verilen ve zannedersem söz konusu mahkûmların bile beklemedikleri bir destek sonrasında, yazık ki, önemli ölçüde zayıfladı ve zayıflatıldı. Fakat her şeye rağmen, bu direnç, halen gösterilmekte ve bundan sonra da gösterilecektir.
Peki, sözü edilen mahkûmlara verilen bu destek neydi? Daha da önemlisi, edebiyatı bir hapishaneye tıkan, onu, tüm yaşamsal bağlarından, yani esasından koparan bu mahkûmlara kimler destek oldu?
Gerçi, edebiyatın, yaşamdaki önemini büyük ölçüde yitirdiği ve ilerleyen süreçlerde de giderek yitireceği üzerine şekillenen birçok söylem, yarım yüzyılı aşkın süredir dillendirilmeye başlanmıştı. Buna gerekçe olarak, değişen dünya düzeni, teknolojileşme ve bunların birer ürünü olarak görselleşme ve sesleşme (sözgelimi romanların ve öykülerin yerini sinemaların, şiirlerin yerini şarkıların alacağı/aldığı yönündeki iddialar) vb şeyler öne sürüldü. Bu gerekçelerin bir bütün olarak elle tutulur bir tarafı olmasa da bu yönde geliştirilen söylemlerin[1] hemen hepsi, her defasında, küçük bir örneklem kümesinden öteye adım atmayı başaramadı fakat. Yani, bir bütün olarak yaşanan hayat içindeki esasın gerçekten de bu olduğuna, edebiyatın yaşam içindeki yerini giderek yitirdiğine dair, hiçbir bütüncül veriye ulaşılamadı. Fakat buna rağmen bu söylemler, belli bir güç ve etki yaratmayı başardı. Bilhassa son zamanlarda, yani günümüze en çok yaklaştığımız zamanlarda, bu güç öyle bir düzeye geldi ki, söz konusu söylemler, herkes tarafından dillendirilen bir klişeye dönüştü. Ve her klişe gibi; hiçbir dayanağı olmayan, mesnetsiz bir şekilde öne sürülen ve tuhaf bir şekilde derhal kendine çeşitli taraftarlar edinen bir fikir statüsünde kabul görmeye başladı. İşin ilginç yanı, ortaya çıkan bu ucube fikrin savunuculuğuna soyunan ilk insanların içinde, kamuoyunda “edebiyatla ilgilenenler kulübü” olarak bilinen kulübün, yani bu yazıda kullanılan metafordaki malum hapishanenin inşaatçıları ve gönüllü üyelerinin de bulunmasıydı! Kuşkusuz, bunda şaşılacak bir şey yoktur; çünkü gerçek bir edebiyatçı olmadıkları için ne yazdıkları okunuyordu artık ne de kendilerine bir önem ya da değer atfediliyordu. Buna rağmen, zaman içinde, ortada edebiyat namına pek az şey kaldığından, edebiyatçı dendiğinde kamuoyunda ilk akla gelen isimler olmayı başarmışlardı bir şekilde –ne de olsa bir ara da olsa birilerin taptığı ilahlardı onlar. Çünkü bir yandan, sözde edebiyat çalışmaları yaparken, bir yandan da edebiyatı yaşamın dışında bir yerlere ötelemek için öylesine bir uğraş vermişlerdi ki, hani, bu uğraş sonunda kendi kendilerine inşa ettikleri hapishanenin içinde neredeyse faili belli olmayan toplu bir katliam sonunda bizzat kendileri bile yok olabilirlerdi. Fakat bu durum gerçekleşmedi. Sektörleşen dünya düzeni onlara, ya da onların bir kısmına edebiyatı basit bir meslek olarak kullanma olanağı sağladı. Böylece, edebiyat, tıpkı bir mühendislik dalı gibi, üzerinde kariyer yapılabilecek bir sektöre dönüştürüldü. Ve tabi ki, bu yeni sektörün ilk nimetlerinden faydalananlar da bu mahkûmlar oldu. İşte verilen destek buydu. Ve bu desteği onlara veren de vaktinde ortaya koydukları yaşam alanlarından sözde bir şekilde kaçındıkları egemen yaşama kültürünün mimarları ve mühendislerinden başka kimseler değildi!
Destek sonrasında, gerçekleştirilen ilk şey, inşa edilen hapishanenin, derhal, bir iş merkezine dönüştürülmesi oldu. Ve içerdeki tüm mahkûmlar olmasa da, mahkûmların hatırı sayılır bir kısmı, “saygın birer edebiyatçı” sıfatıyla, pek yüksek kariyer mevkilerine atandı. Ceplerine bol para kondu. Zenginleştiler: edebiyatla çoktandır ilgilenen ve edebiyatı bir tanrılar hapishanesine tıkan insanlar için ne muhteşem bir başarı!…
İşte, günümüzde, iyice koltuklanmış bir halde yaşamaya başlayan bu insanlara emanet edilmiş durumdadır edebiyat ve çokluk tarafından edebiyattan söz edildiğinde, ilk olmaktan öte sadece ve sadece bu insanlar akla gelmektedir artık. Bununla birlikte, edebiyat, halen ne bir meslek ne de bir kariyer olarak gösterilemiyor. Çünkü bu insanlar da bunu istemiyor. Çünkü bir zamanlar tapınılan birer ilah olan bu insanlar için, kariyer ve mevki çok mu çok az kaçıyor bünyelerine! Gelgelelim, yine de apaçık bir şekilde çok bilindik bir kariyerizmin egemenliği dışında hiçbir şeyi yaşamıyorlar. Gerçi, onlarla, karşılaştığınız her an, size kariyerizmden nasıl nefret ettikleri üzerine uzun uzun nutuklar atarlar. Fakat konu kendi durumlarına gelince, sanki pek değerli bir hayat yaşıyorlarmış ve pek değerli şeyler yazıyorlarmış gibi, hayat hikâyelerini bir içki sofrasına, yazdıklarını, notasız bir müziğin (ya da bu haliyle ona her ne denirse) gürültüleri içinde kaybolan bir fona feda etmekten de çekinmezler. Yazmaktan çok bol bol imza dağıtmayı severler. Kendilerini daima üstte görmemekle övünürler, fakat üstte görmekle altta görmek arasında bir farkın bulunmadığını, her ikisinin de aynı düzlem üzerinde yer aldığını içten içe çok iyi bildiklerinden durup durup övünürler. Ve yazdıklarına gelince, sonu bir soru işaretiyle biten birçok cümle kullanırlar, fakat içinde soru kipini barındıran tek bir cümleyle ilişki kurmazlar. Çünkü çoktan her şeye bir yanıt vermiş, yani doğru denen her şeyi, destekçilerinin sağladığı ekonomik olanaklarla, mülk edinmiş bir halde yazarlar. Ki çoklukla bunu bile yapmazlar, yani yazmazlar, bunun üzerine hiç mi hiç kafa bile yormazlar. Daha çok belli bir proje üretip, sözgelimi bir kitabı yüz binlerce kişiye pazarlamak üzerine bir proje, bu projeyi nasıl gerçekleştirecekleri üzerine kafa patlatırlar. Yani, yazmayı bırakın, okunmayı bile rafa kaldırmışlardır artık. Artık, tek önemli olan piyasaya edebiyat diye sürdükleri kitapların satılmasıdır. Fakat elbette, bunun içinde yazmak gerekmektedir yine de. Çünkü yeni olduğu iddia edilen bir kitabı piyasaya sürebilmek için, o kitabın sayfaları üzerinde belli sözcüklerin belli birer cümle ya da mısra olarak kullanılması gerekmektedir. Kuşkusuz, bu anlamda bir yazmayla uğraştıkları doğrudur; yani oradan buradan alınan, hatta çalınan cümleleri, mısraları bir araya getirmek konusunda hepsi birer kesyap (kolaj) uzmanı olmuştur. Ki bu uzmanlaşma sonunda, öylesine yönlendirici bir dil ve üsluba başvururlar ki, yazdıklarına ya da kesyaplarına karşı kimsenin karşı çıkmaması ya da tek bir itirazda bulunmaması için, bir müşteri olarak gördükleri okuyucularıyla, daima bir hem fikirlilik içindeymiş gibi hareket ederler. Hem kendi hem de okuyucularının kişiliksizliklerini örtebilmek için bol bol “biz” zamiri kullanırlar; yazma edimini bir kesyapa dönüştürmenin sonunda, anlam içeren tek bir cümle kuramamalarını anlaşılmazlığı kutsallaştırarak örtmeye çabalarlar. Fakat yine de, aslında her şeyden ve herkesten bahsettiklerini söylerler; derler ki, “Her şeyden söz etmek için, hiçbir söylememek gerekir.” Gelgelelim, öncelikle satmayı, para kazanmayı hedeflemelerine ve bu şekilde okunmayı bile rafa kaldırdıklarını bilmelerine rağmen bir şekilde de olsa okunmak isterler. Çünkü ortaya koydukları kitapların, ne kadar çok satarsa satsın, okunmadığını çok iyi bilirler –ve bu durumdan tuhaf bir şekilde rahatsız olurlar. Yaşamsallıktan uzak, yaşanan dünyaya ve yaşayan insanlara değmeyen, sadece ve sadece bazı kimselerin, kendi kısır ilişkileri içinde oynadıkları bir dil ve kesyap oyununun edebiyat denen şeyle hiçbir alakası olmadığını ve bu şekilde ortaya konan ürünlerin hiçbir suretle bir edebiyat eseri olarak değer taşımayacağını ve bu yüzden de hatır belasına bile olsa asla okunmayacağını çok iyi bilseler de ısrarla okunmak isterler. Fakat okunmazlar işte. Çünkü ısrarla aksini iddia etseler ve ısrarla edebiyat denen şeyi bir tür ayrıcalık olarak tanımlamaya çalışsalar da ne edebiyatçı denen kimseler özel bir yeteneği ya da ayrıcalığı olan insanlardan müteşekkildir, ne de bizzat edebiyatın kendisi, gücü her ne olursa olsun, belli bir kesimin belli bir kazanç kaynağına indirgenerek, eğilip bükülebilecek, istenilen şekilde kullanılabilecek denli sığ bir sanat türüdür[2]. Aksine, edebiyat, oldukça derin bir sanattır. Ki bu derinliği ona, kendine ait olanla, olmayanı rahatlıkla seçebilmesini sağlar.
Bu noktada, son zamanlarda sıklıkla sorulan “Edebiyat nedir?” sorusunun titiz bir şekilde irdelenmesi elzemdir. Fakat bu soruya yönelmek yerine, sorudan kaçınmayı hedef alan söylemlere başvurularak yapılamaz bu. Aksine, bizzat bu söylemlere karşı, derhal edebiyatın neliğine dair binlerce yıldır ortada duran verilere başvurmak ve bu verilerin, söz konusu sorunun yanıtlanması için yeniden hatırlatılması ve bu verilerin ortaya koyduğu esasların yeniden gündeme getirilmesi büyük bir önem arz etmektedir[3].
Bu noktada; yazmak öncelikle ve esas olarak bir ilişkilenme biçimidir. Yazmak ve okunmak üzerine kurulu olan bu ilişkilenme durumu, çift taraflı, fakat tek yönlü bir iletişimi esas alır. Yazılanlar, bir “yaşamı kullanma kılavuzu” olarak algılanmadığı sürece, yazmak, aynı anda yaşamaktır –bir yaşama tarzı ve duruşudur. Yazar ve okuyucu arasındaki ilişki, katı bir yapı olarak değil, şeffaf bir yapı olarak kavranan “doğru”nun gözlemlenebilmesi ve yaşanabilmesini hedef alan, belli bir konu birlikteliği içinde –ki esas olarak konu birlikteliği her tür ilişkinin olmazsa olmazıdır–, hiçbir suretle dışarıdaki ya da bir bilinmezdeki kutsala uygun düşüp düşmeme kaygısı taşımayan, hiçbir dolayıma başvurmayan, doğrudan kurulan bir ilişkidir. Bu yüzden böyle bir ilişkiye girebilmek, yaşama karşı belirli bir motivasyonu taşımak ve bu doğrultuda belli bir seçimi gerçeklemekten bağımsız olarak düşünülemez asla.
Yazmak, yazarak anlatmak, okumak ve okuyarak anlamak denen süreçler, tümüyle rasyonel bir etkinlik olup[4], hiçbir kutsalla hiçbir ilintisi yoktur. Sözgelimi, şiir denen şeyin, kutsal bir şey olduğu yönünde dillendirilen tüm ifadeler saçma, yersiz ve aptalcadır. Edebiyatın temel bileşenleri olan, anlamak, anlatmak, anlaşılmak durumları, sebep ve sonuçlar arasında sıkı bağlar üzerine kurulan bir disiplinin ürünüdürler. Nihai noktada amaçlanan, “her şey”den söz etmektir ve bu “her şey”den söz etmenin yolu, bu yazıda sözü edilen malum mahkûmların zannettikleri gibi, hiçbir şey söylememekten değil, en az bir şey söylemekten geçer. İşte bu durum, gerçekten yazmaya koyulan her insanı, hayatı, yaşanan olaylar düzeyinde değil, konular ve ilkeler düzeyinde kavramaya iten bir tavra yöneltir. Bu şu demektir: Kendini, birisinin çocuğu, arkadaşı, karısı, kocası, sevgilisi, öğrencisi veya bir ecdadın devamı daha ötesi bir gelecekteki kendinin geçmişi vesaire gibi durumlar içinde algılayan hiçbir insan edebiyatla bir ilişkiye giremez. Edebiyatla bir arada yaşayamaz. Kişinin, kendine kattığı değil, içinde bulunduğu etrafın ona kattığı özelliklerin hiçbiri edebiyatta yer almaz[5]. Nitekim yaşama karşı iki duruş esastır; biri yaşamın size neler katacağı üzerine yaşamak –yani kendinizi bir kaderin boyunduruğuna teslim etmek–, biri de yaşama neler katacağınız üzerine yaşamaktır. İlki olay düzeyinde varolmaktır, ikincisi ise bizzat varolmak. Ki, edebiyatın içinde bulunduğu yaşama tarzı ikinci şıkta yer alır.
Bununla birlikte, edebiyat, insanlar-arası özel bir iletişim olmaktan öte, kısıtlı bir özgürlüğün esas olduğu, fakat içinde hiçbir tahakküme yer vermeyen bir mekânda ortaya çıkan ve bilinen ve bilinmeyen tüm dünyayı bu mekânın içine almaya çabalayan bir etkinliğin de adıdır aynı zamanda. Bu anlamda, her edebiyat eseri, bir varlık özütüdür. Ve her bir okuyucu, bu varlık özütüne, yalnızca bilinçli ve istekli bir seçimle can verebilir –çünkü edebiyat eserleri, yalnız okunmayı değil yaşanmayı da talep eder! İşte, okuyucu denen insan, bizzat kendisinin can verdiği bu varlığın yaşamını, ancak ve ancak, kendini sözü edilen mekândan koparmayarak sürdürebilir. Yani, yazmak, esas itibariyle, her şeyi ifade edebilme olanağı uğruna sürdürülen bir tavrın adı ve bu tavrın yaşanma biçimi olarak, bir genel olarak yaşanan hayat içinde kendini fark eden “özel”in, zorunlu bir yönelimidir. Bu doğrultuda okumak da, genel olarak yaşanan hayatın içinden “özel”e, yani kendine yönelme ve kendini yaşama hali ve talebidir.
İşte bu hususlar göz önüne alındığında, yazının başında söz edilen vahim tablonun değiştirilmesi için, şunların saptanması hiç de zor olmasa gerek:
1. Yazmaya niyetlenen bir insanın, yazmak dışında bir amacı olamaz. Bir ün, ya da ne olduğu asla bilinemeyen bir kariyer uğruna edebiyata çullanan insanlar, edebiyatı edebiyatsızlaştırmak dışında hiçbir şey yapamazlar. Dürüstlükten yoksun olarak, içten bir kaygıyı bünyesinde taşımayan her yazı, yavan bir şekilde sonlanmaya, sığ kalmaya ve bu şekilde yazan her insan da yalan bir şekilde yaşamaya mahkûmdur.
2. Edebi bir kaygıyla yazmaya başlayan her insan, farkında olsa da, olmasa da, her olası başkası tarafından sorgulanmayı ve yargılanmayı, açık-seçik olmayı seçiyor demektir. Bu durum, gündelik yaşamda en çok başvurulan şey olan oto-sansür mekanizmasını kullanmamayı, yani kendini saklamamayı esas kılar ki, bu da edebiyat denen şeyin, yalnız yazarken ve yazarak yapılan bir etkinlik değil, yaşayarak da gerçekleştirilmesi gereken bir etkinlik olduğunu gösterir. Bu anlamda, gerçek bir edebiyat eseri ortaya koyabilmek için, yaşanan her şeyin yazılmış olması ve yazılan her şeyin yaşanacak olması şarttır[6]. Ve okuyucu için de durumun bir farkı yoktur; gerçek bir okuyucu olabilmek için, okunan her şeyin yaşanması ve yaşanan her şeyin okunması elzemdir[7].
3. Edebiyat, nereden geldiği belli olmayan, bir takım özel yetenekli insanların ortaya koyduğu bir yapıntı değildir. Yani ayrıcalıklı bir varoluşu asla bünyesinde taşımaz. Aksine, hayatı, bir birlikte-yaşama-kültürü olarak kavrayarak, onun oluşumunda ve oluşturulmasında belirleyici bir etken olmayı hedefleyen ve her şeyi kapsamayı amaçlayan bir tavrın ve yaşama biçiminin adıdır edebiyat. Bu da özel bir meziyeti değil, dürüst bir duyarlılığı ve dürüst bir yaşamayı zorunlu kılar.
***
Son olarak, Türkiye özelinde, edebiyatın edebiyatsızlaştırılması durumlarının yarattığı tablolara dair de bir şeyler söylemem gerekiyor. Öyle ki, bu ortamlarda, edebiyat denen şey çok ama çok ucuz şahsiyetlerin, neredeyse yazarak değil, sevişerek yapmaya kalktıkları bir rezalete dönüştürülmeye başlandı ve çok insan tarafından, edebiyat denen şey, böyle bir rezaletin ismi olarak biliniyor artık. Öyle ki, bu tabloları, biraz önce yaptığım gibi, “sevişmek” ve benzeri gibi naif sözcüklerle ifade etmek, hem bu sözcüklerin kendi anlamlarını aldıkları ağaçların gövdelerinin baltalanmasına neden oluyor, hem de yaşanan gerçeklerin dillendirilmesi için çok ama çok aciz kalıyor. Çünkü apaçık bir küfür dilinin içinde vuku buluyor söz konusu yaşananlar. Ve yazık ki, apaçık bir küfürden başka bir şey de yaşanmıyor bu ortamlarda. Sözgelimi, yakın zamanda bir kez daha karşılaştığım ve daha öncelerden de benzerleriyle defalarca karşılaştığım bir resmi aktarayım:
Bir şiir toplantısı yapılıyor. Toplantı bitiyor. Toplantıya katılanlar, kendi aralarında küçük öbekler oluşturarak, şiir üzerine ayaküstü sohbet etmeye başlıyorlar. Ben de toplantıya katılmama vesile olan tanışımın yanında bu öbeklerden birinde yer alıyorum. Yanımda, tanışımın dışında, iki erkek ve üç kadın daha var. Öbekteki ben hariç herkes (ki, tıpkı, briç oyununun bir spor olduğunu düşünen ve bu yüzden öylesine bir şekilde, sözgelimi, bir kahvehane ortamında asla briç oynamayan bazı briç-severler gibi, ben de ayaküstü bir şekilde, yani öylesine, şiirden ya da edebiyattan söz etmeyi pek tercih etmem) şiire verdiği değerden, şiirin öneminden ve onun için neler yaptığından söz ediyor. Ve bu anda, erkeklerden biri şu ifadeyi kullanıyor: “Ben şiir için her şeyi yaparım. Gerekirse karıyı bile boşarım!” Diğer erkek de ona eşlik ediyor: “Ben de kadının verdiği zevkten vazgeçerim. Ama şiirden vazgeçmem!”. Ve ben hariç öbektekilerin hepsi gülüyor. Ben, üç kadının da bu ifadelere gülüşlerini izliyorum. Sonradan öğreniyorum ki, tanışım dâhil beşinin de şiir kitapları varmış. Merak edip, şiir kitaplarını incelemedim –ki, öylesine edebiyattan söz etmekle, öylesine edebiyat olduğu iddia edilen şeyleri okumak arasında da bir fark yoktur.
Biliyorum, bu tür ortamlara denk gelen pek çok insanın haberdar olduğu durumlar bunlar. Üstelik daha vahimi, bu yazıyı okuyup da “Orda gülen kadınlardan biri de bendim ya da ben de olabilirdim. Ama bunun benim şairliğimle, şiir anlayışımla ne alakası var?” demekte hiçbir tereddüt yaşamayacak kadınların hiç de az olmayacağını da biliyorum. Ve yine, oradaki iki erkeğin de ve oradaki iki erkek gibi yaşayan tüm erkeklerin de bu yazıyı okusalar da okumasalar da söz konusu bu durumu ve benzerlerini hiç mi hiç önemsemeyeceğini de biliyorum! Ve bu şekilde varolan her insanın, köklerini dinamitlemek dışında hiçbir şey yapmadıkları edebiyata dair tutum ve tavırlarında hiçbir değişikliğe gitmeyeceklerini de çok iyi biliyorum. Hatta edebiyata dair yaşanan sorunun esasında bir ömür boyu asla kendilerinin yaşadıkları rezaletlerin ve bizzat kendi yazdıkları ve okuduklarının yer aldığını asla kabul etmeyeceklerini de biliyorum. Fakat yine de bu durumun nelere karşılık geldiği adına, en çok da bu durumun içindeki insanların bildiği gerçeği, hak ettikleri sözcüklerle ifade etmenin bir önem taşıdığı kanaatindeyim.
Öncelikle, birtakım mekânlarda, birtakım ilişkiler yumağı oluşturarak, birtakım erkeklerin birtakım kadınları düzmeye ve birtakım kadınların da birtakım erkekler tarafından düzülerek bir şeyler elde etmeye çalışmaları üzerine kurulan, ya da farklı cinsel tercihlere göre benzer motiflerle işlenen yaşamaların ne edebiyatla ne de başka bir şeyle hiçbir alakası yoktur. Daha da basit ifadelerle belirtmek gerekirse, güzel bir kadın ya da yakışıklı bir erkekle yatmak kimseyi yazar veya şair yapmaz –yaptığı da görülmemiştir. Ve benzer şekilde, “büyük” bir yazar ya da şairle yatmak da edebiyat adına kimseye bir şey katmaz –kattığı da görülmemiştir. Kaldı ki, bir yazar ya da şair olmayı istemekle, yazmayı istemek arasındaki fark çok keskindir. Dahası, böyle ortamlarda, yaşanan bu rezalete bir kılıf arayışı olarak kullanılan “özgürlük” kavramlarının tümü birer safsatadan başka bir şey değildir. Bilinmedir ki, özgürlüklerin en aza indirgendiği ortamlarda, en çok cinsellik pohpohlanır –fakat bunun esas itibariyle özgürlükle hiçbir ilişkisi yoktur; çünkü özgürlük ait olmadığı bir ortamda en büyük düşmanıdır kendisinin!
[1] Bu durumun ilk ortaya çıktığı dönem üzerine odaklanan bir eser için Simone de Beauvoir’ın Mandarinler romanı oldukça çarpıcı manzaraları resmeder.
[2] “Peki ama, sığ olan sanatlar nedir?” diye bir soru sorulabilir burada. Buna yanıtım, doğrudan düşünsel bir içeriği hedef almayan ya da düşünsel bir içerikle hiçbir bağ kurmayan her sanatın sığ kalacağı yönünde olur. Sözgelimi, edebiyatın önemli bir bölümü (yani roman, öykü ve deneme gibi alanlar) doğrudan bir şekilde düşünsel bir içeriğe yönelirler. Fakat şiir için bu durum tam olarak söz konusu değildir. Bu yüzden, edebiyatın içinde sığlaşmaya en elverişli alandır şiir –nitekim yaşanan durumlarda bunu açıkça gösterir: edebiyata çullanan, ya da edebiyatı kişisel açmazlarını örtbas etme, kösnül ihtiyaçlarını giderme vb gibi kirli çıkarlarını karşılamak için kullanmaya çalışan sığ insanların ilk olarak şiire yönelmesi, basit bir tesadüf değildir. Öte yandan, resim, müzik gibi sanatlar için söz konusu tehlike şiirden çok daha büyüktür. Çünkü bu tür sanatlar doğrudan bir şekilde düşünsel bir içeriği hedef almazlar. Bu yüzden, düşünsel bir içerikle, bağlarını koparır koparmaz derinliklerini süratle yitirip sığlaşırlar. Günümüzde de yaşanan bir genel olarak budur. Düşünsel içeriklerden uzaklaşarak, teknolojinin kendine sunduğu imkânlar doğrultusunda yeni biçimler belirlemeye çalışan bu sanatların, içine düştüğü sığlık oldukça açık seçiktir. Ve kendi içlerinde, ayakta durabilen, belli bir derinliği koruyabilen her ürünün de, bunu düşünsel bir içerikle olan bağından aldığı çok net bir şekilde gözlemlenebilir.
[3] Kişisel olarak, şu notu düşmek durumundayım ki; bu ve benzeri konular hakkında, “soru sormayan bir sorucu” ve “yanıt vermeyen bir yanıtçı” olmak gibi tuhaf tavırların giderek yaygınlaştığı Türkiye özelinde yaşanan aptallaşma durumundan rahatsız olan ve bu durumun içinden çıkma kaygısı taşıyan insanlar için, bu yazı, bir bütün olarak, umarım belli bir çıkış kapısını gösterebilmeyi amaçlamaktadır.
[4] Rasyonellikten söz edildiğinde, çoklukla zannedildiği ve son zamanlarda iyice kemikleşen bir algı halini alan, “katı bir şekilde formüle edilmiş bir sistem”den söz etmiyorum. Fakat bu algının yanlışlığını ortaya koyabilmek için, kapsamlı bir açıklama yapmam gerekir. Burada, ancak şunu belirtebilirim ki, rasyonellik, yani ussal davranma tavrı, ne katı bir sisteme uyum sağlamak, ne de bir formüller kılavuzuyla yaşamaktır. Aksine, rasyonellik, sadece ve sadece “doğru” olana odaklanan bir ilginin benimsenme ve yaşanma biçimidir.
[5] Roman ve öykü üzerine yapılan “karakter” ve “tip” tartışmalarına bu noktada bir açıklık getirilebilir: Edebiyat karakterler üzerine şekillenen bir etkinliktir, tiplerin betimlenmesi üzerine şekillenen bir araştırma metodu değil.
[6] Bu husustaki, ısrarlı vurguyu en sağlıklı şekilde dile getiren isimlerin başında Jean Paul Sartre olduğu kanaatindeyim. Yazarın, konu hakkındaki görüşlerinin temellerine dair Edebiyat Nedir? adlı kitabına bakılabilir.
[7] Bu ifadelerin, yazının içinde de belirttiğim gibi, yazmayı ve okumayı bir kılavuza benzeterek yapılan durumlarla ilişkilendirmemek gerekir. Söz konusu ifadelerin, bu yazı kapsamı dışında bağımsız olarak değerlendirilmeye kalkılması durumunda ortaya çıkabilecek yanlış çıkarımların önüne geçebilmek için burada kastettiğim hususu biraz daha açıklamak durumundayım. “Yazmak”, “okumak” ve “yaşamak” kavramlarını, birinin, diğerinin önünde veya sonrasında bulunan bir zamansallık içinde olmadığını söylüyorum. Yani, bu üç kavramın, her yerde ve her anda bir arada bulunan ve daima birlikte olan, bir yaşama tavrının üç temel bileşeni olduğunu öne sürüyorum.
Bu yazı ilk olarak Aralık 2010 tarihli Koridor Dergisinin 16. sayısında yayımlanmıştır.