Perşembe, Ekim 23, 2025
Köşe yazısı

Adalet duygusu -3-


Adaletin yerine, ayrıcalık talep etmenin anlamı nedir? Ayrıcalık talep eden bir kişinin yaşam/yaşamı içindeki duruşu, varoluş kipi, nasıl bir dünyayı esas alır? Ve en önemlisi, bir kişi niçin ayrıcalık talep eder?

Kuşkusuz, ayrıcalık talebi, hak ettiklerinden rahatsız olan bir kişide kendini gösterir. Bu aynı zamanda, doğru olandan ve adil olandan duyulan bir rahatsızlığı da ifade eder. Bu rahatsızlığını ortadan kaldırabilmek adına, ayrıcalık talebinde bulunan kişi, bir eylemde bulunmak zorundadır. Bu öyle bir eylem olmalıdır ki, her durumda ve koşulda, “doğru” ve “adil” kavramlarını baltalayarak, bu kavramları bir keyfiyetin varoluş alanı olarak adlandırılabilecek “ben”in hükümranlığı altına almalıdır. Ki bunu başardığı ölçüde, yaşayışından, yani tüm yapıp-etmeleri ve bulunduğu konumdan sual olunamaz bir zemin olarak kurabilecektir dünyayı: kendi dünyasını. Gelgelim, bir “ben” olarak değil, bir “insan” olarak geldiğimiz dünyada, “ben”lerle birlikte değil, “insan”larla birlikte yaşamaya yazgılanmış olmamız, ayrıcalık talebinde ısrar eden kişiyi, her durumda bir zorun içine itekler. Ve bu noktada, ayrıcalık talep etmek, en rafine haliyle, “doğru”yu ve “adalet”i mülk edinmek, “ben” denen varoluş kipini zorla dayatmak (bu dayatma, en kaba fiziksel şiddete dek varabilir –ve çoklukla da varır) ve “ben” dışında her şeyi yok etmek üzerine kurulur. Ve “ben” denen varoluş kipi, tek bir insana hasredilemeyeceğinden, “dünya” denen yaşama zemini, “ben”ler arasındaki bir savaş alanına dönüşür/dönüştürülür. Barışın, birlikte-yaşamanın, bir olanaksızlık olarak belletildiği bu dünyada, düşünsel etkinlikler de sadece birer solipsizm (tekbencilik/bendili) olarak ortaya çıkar. Sözgelimi, sanat, esas varoluş kipi olan tematik kaygısını rafa kaldırıp, “özgünlük”, “benzemezlik” ya da hiçbir ölçütün konulamayacağı bir estetizme hapsedilir; yani, biçim tüm içerikleri katleder, sözler ya da imgeler, kavramsal bağlamlarından koparılıp birer ses ya da renk yığınına dönüştürülür. Ve bu ses/renk yığınları yalnız sanata değil, en basit gündelik yaşamalara da nüfuz eder; herkesin kendine ait bir “doğru”sunun olduğu, yani herkesin tüm iletişim olanaklarını gönüllü olarak baltaladığı bir yaşam kurulur. Hal böyle olunca, bir arada yaşamak neredeyse imkânsızlaştırılır. Ki  bu noktada, doğru-görünün yerini doldurmak için herkese “hoşgörü”lü olması salık verilir, öyle ki, bu “hoşgörü” kavramı, “dünyada yaşamak” denen birlikte varolma alanını, “kim ne yaparsa yapsın, kimseye ilişmeden yaşamak” diye formüle edilebilecek bir düzlemin üzerine oturtmak ister.

Peki, böyle bir düzlemde gerçekten de birlikte yaşamak mümkün müdür? Yani doğrunun ve adaletin bir kriter olmaktan uzaklaştırılarak, “ben”lere emanet edildiği bir dünyada, herkes birbirine karşı “hoşgörü”lü olarak bir arada varolabilir mi? →Şunu düşünün: A’nın doğrusu, evden çıkar çıkmaz gördüğü ilk insana selam vermektir. B’nin doğrusu ise, kendine selam veren her insanı öldürmek. A ve B kendi doğrularıyla bir arada ne kadar yaşayabilir? Kuşkusuz, A’nın evden çıkmadığı sürece ya da evden çıktığında B’yle karşılaşmadığı sürece, bu iki insanın bir arada yaşadığı bir dünya düşünülebilir. Peki ya karşılaşırlarsa? Yani, A, evden çıkar çıkmaz karşısında B’yi görür, ve kendi doğrusu gereği B’ye selam verirse… →Bir de şunu düşünün: Biri mavi, biri ela gözlü iki insan sohbet ediyor. Mavi gözlü insan, doğru olanın tüm ela gözlü insanları yok etmek olduğunu söylüyor. Ela gözlü olan ise, insanların göz renklerinin hiçbir öneminin olmadığını –peki, bu sohbet sonrasında yaşanacak olan şey nedir? Ela gözlü insan, mavi gözlü insana karşı “hoşgörülü” davranarak yaşamını sürdürebilir mi?

Soruyu daha genel bir biçimde sorayım, herkesin kendine ait bir doğrusunun ya da doğrularının olduğu bir dünyada bir arada yaşamak, dahası iletişim kurmak ne derece mümkündür? Ya da hiç mümkün müdür, böyle bir şey? Ayrıcalıklarımızla, kendi doğrularımızla yaşadığımız bir dünyada, bir başkasıyla nasıl iletişime girebiliriz? Nasıl birlikte yaşayabiliriz? →Hayır, sakın tüm bu soruların sadece derin bir sessizlikle karşılanabilecek sorular olduğunu sanmayın. Çünkü, bu sorulara çoktandır bir yanıt verilmiş durumda, çoktandır böyle bir dünyada yaşıyoruz zaten!

Ürkütücü olan yanıt şu: Onaylayarak ve onaylanarak, ve her durumda bir önceki durumla yüz-seksen derece çelişen tavır ve tutumları, söz ve düşünceleri benimseyerek, tüm bir hayatı riyakârca, kişiliksiz bir biçimde, ta ki, birisinin doğrusu bizi öldürene dek devam ettirerek. Korkarak, ve her durumda yaşamı bir tehdit olarak algılayarak, ve her durumda herkesi tehdit ederek, bugün A deyip, yarın A-olmayanı savunarak (bugün ve yarın arası uzun bir zaman dilimidir, bu tutumun birkaç saniyede bile gerçekleştirilebildiğine tanık olabilirsiniz), kısacası bir hiç olarak!

***

Köşenin verdiği, kısıtlı yazı alanından dolayı şunları sadece bir not olarak düşüyorum. Doğru denen şey/şeyler, kişiler ve insanlar arası bir iletişimi olanaklı kılabilmek adına, tek tek kişilere, yani “ben”lere emanet edilemeyecek bir yapıdır. Yani doğru denen şey/şeyler, kişilerden bağımsız olduğu ölçüde, kişileri birbirine bağlar, onlara bir arada yaşama olanağı sunar, ve aksine bir kişiye ya da kişilere bağımlı olduğu ölçüde bir arada yaşama olanağını ortadan kaldırır ve herkesi birbirine düşman eder. Adalet, hak vb kavramlar, kişilerin bir keyfiyet alanı olarak varoldukları “ben” evreninde eğilip bükülebilen bir ses ve söz yığını değil, bir ilkedir. Ve yaşama denen şey,  esas olarak, kendimizi bir köşeye çekip, kalan herkesi ötelediğimiz bir ayrıcalık alanı değil, içlerinden biri olduğumuz insanlar arasında bir insan olarak, insanlarla birlikte olmaya yazgılandığımız ortak bir alandır.

Şu halde, içinde bulunulan seçim ekseni şudur: Esas olanı kavramak ya da reddetmek. Ki bu, bir duyarlılığı taşımak -onun yükümlülüğünü kabul etmek- ya da duygusuz bir şekilde yaşamayı seçmekle eştir.


Bu yazı ilk olarak 1 Kasım 2010 tarihli Başkent Gazetesinde yayımlanmıştır.