İçinde bulunduğunuz yaşam çevreni için şunu düşünün: Etrafınızdaki tüm insanların –ve elbette kendinizin de dâhil olduğu küçük bir dünya kurun. Bu dünyada herkes hak ettikleriyle yaşıyor olsun. Yani hiç kimsenin hiçbir ayrıcalığının olmadığı, herkesin layık olduğu şekilde yaşadığı bir dünya. Tamamen tanışlarınızdan ibaret olan bu dünyada yaşamayı kaç kişi sürdürebilir gerçekten? Kaç kişi, hak ettikleriyle “mutlu” olabilir? Ve siz, gerçekten de, sadece hak ettiklerinizden menkul olan bu yaşamı, tümüyle kaldırabilir misiniz? Tüm bir hayatı/hayatınızı bu şekilde yaşamayı kabullenebilir misiniz? Kuşkusuz, böyle bir dünya tasavvuru, tümüyle özgür bir yaşamın ve yaşamanın esas olduğu, adil bir çevrene karşılık gelir. Fakat oldukça rahatsız edici bir dünyadır bu. Her şey adildir, herkes özgürdür; her bir kişi, yaptığı tüm eylemlerinin yükümlülüğünü kaçınılmaz olarak kendi üzerine almaktadır. Her bir kişinin kendi yaşamı, tümüyle kendi üzerine kapaklanan bir sorumluluk düzleminden ibarettir.
***
Yaşadığımız günlerde, en duru ve titiz zihin coğrafyaları barındıran insanlarda bile, talep edilen şeyin bir hak değil de bir ayrıcalık olduğunu gözlemlemek gerçekten de vahim bir tablo oluşturuyor. Öyle ki, sürekli olarak, daha bir birbirine benzeyen günleri içinde, aynılaşmak üzerine yazgılanmış bir yaşamı yaşarken, tek yapılan şeyin bir talepler envanteri tutmak ve bu taleplerin karşılanmadığı her anda şikâyet etmek moda bir varoluş halini almaya başladı. Piyasaya kitaplar, belgeseller, araştırmalar, filmler, reklâmlar vs şeklinde sunulan ve her birinde, her insanın “özel” olduğu şeklinde slogan çeşitlemeleri yapılan, saçma sapan fikir evrenleri, adeta zihinlere kazınmış bir halde. “Beyin yıkaması” olgusu, korkarım, bir zamanlar insanların beyinlerini yıkamak için titiz çalışmalar yapan belli güç odaklarının zannettiklerinden çok daha kolay bir şekilde gerçekleştirilmektedir artık. Yoksa “hepiniz aynı yaşamı aynı biçimde yaşıyorsunuz, fakat hepiniz özelsiniz ve biriciksiniz” olarak ifade edilebilecek bir safsatanın, bilhassa kent yaşamında bu denli yaygın olarak kabul görmesi mümkün olmazdı.
Peki, ama hemen her durumda rahatsızlık duyulan, dahası isyan edilen adaletsizliklere karşı, neden adalet değil de, ayrıcalık talep ediliyor artık? Sakın bunu, insanın olmayan doğası üzerinden açıklamaya çalışmayın! Bir iyi, bir kötü olan bu doğanın, doğal bir şey olmadığı, dahası olmadığı, yeterli açıklığı kazanmadı mı hâlâ? Peki, bu ayrıcalık istemi ne zaman başladı? “Kuşkusuz, hep vardı” demeyin; bu alelacele, verileri değerlendirmeyi bir yana bırakın, verileri toplama zahmetine bile katlanmamış bir insanın cevabı olabilir ancak –basmakalıp ve öylesine verilmiş bir cevap. “Şu halde, neden adalet değil de, ayrıcalık talep ediyoruz?” diye de sormayın. Çünkü asla bir “biz” olarak yaşamıyoruz bu dünyada! Çünkü “biz” zamirinin içine aldığınız her bir insanın bunu talep edip etmediğini bilmiyorsunuz, dahası korkarım “biz” zamirinin içine kimleri dâhil edip, kimleri dâhil etmediğinizi bile bilmiyorsunuz!
Kuşkusuz, insanların bir bütün olarak yaşamdan talep ettikleri şey üzerine bir inceleme yapılmaya kalkılsa ve böyle bir incelemeden sağlıklı bir sonuç elde etmek mümkün olsaydı, talep edilen şeyin adil bir dünyadan çok, her bir kimsenin kendi adına talep ettiği bir ayrıcalıklar dünyasının ortaya çıkacağını düşünen çok insan vardır. Peki, gerçekten de böyle midir durum? Dönüp dolaşıp, bir şekilde insanların adalet değil de ayrıcalık talep etmeye eğilimli olduğu, şu ya da bu şekilde kabul edilmek durumunda olunan ürkütücü bir esas mıdır söz konusu olan?
Evet, soruları olan insanların azaldığı, her şeye bir yanıtı olan insanların ise boğucu bir hacim kaplamaya başladığı bir dünya söz konusu artık. Ayrıcalıklar dışında hiçbir şeyin önemi yok. Her bir insanın, her bir eylemine, bir “ben” olarak başlaması için yoğun bir çaba sarf ediliyor. Ve ortaya, kimsenin bir kendiliğinin olmadığı, bir “ben”ler dünyası çıkıyor –yani, her biri aynı zamirin içinde özetlenebilecek olan, aynı yaşama tarzları, aynı duyuşlar, aynı sözler, aynı konuşmalar, aynı eylemeler, aynı rezaletler… Giderek, kavramlardan uzaklaştıkça, kavramadan da uzaklaşan bir zihin coğrafyasına dönüşüyor ve de dönüştürülüyor dünya –hayır, bunu sadece belli güç odakları, kendi çıkarlarını korumak adına yapmıyor, aksine bir bütün olarak, ezici bir çoğunluğun katılımıyla gerçekleştiriyor bu!
Şunları da düşünün: Gerçekten, kaç kişi, adalet kavramının doğruluk kavramıyla eş olduğunu biliyor artık? Kaç kişi, doğruyu talep ediyor? Kaç kişi, doğruyu idrak edebiliyor? Kaç kişi, layık olduğu şeyin bilincinde olarak yaşıyor? Kaç kişi, karşılaştığı bir adaletsizlik karşısında, içine düştüğü zorluktan değil de, bizzat yaşanan adaletsizlikten dolayı rahatsızlık duyuyor? Kaç kişinin, bu denli çok “Bana göre…” diye cümleler kullanmasına rağmen, kendine ait bir fikri var? Bir konu hakkında, bir düşünce ortaya atıldığında, “Ben öyle düşünmüyorum” diyen insanların kaçının, o konu hakkında bir düşünmüşlüğü var; o konu hakkındaki verilerden haberdar olan kaç kişi var peki? Kaç kişi, bir konu üzerine düşünmek için, öncelikle o konu hakkında veri toplamaya kalkıyor? “Ama yine de bir düşünceleri olabilir insanların” demeyin, “Düşünmek için ille de veri toplamak gerekmez” demeyin! Görmüyor musunuz, bu da bir ayrıcalık isteminden, bir ayrıcalıklı olduğu sanısından başka bir şeye karşılık gelmiyor! Ve sakın “Ama yine de hepimiz bir şekilde düşünüyoruz” demeyin! İçine düştüğünüz dünyanın size sunduğu belli yargılar arasında gezinip durmak bir düşünme etkinliği değil, sıradan bir insan olarak kendinize ayrıcalıklı bir köşe aramaktan başka bir şey değildir! (Devam edecek)
Bu yazı ilk olarak 25 Ekim 2010 tarihli Başkent Gazetesinde yayımlanmıştır.
