Perşembe, Ekim 23, 2025
Köşe yazısı

Adalet duygusu -1-


Çeşitli sebeplerden dolayı bir arada yaşamaya yazgılanmış insanların başına gelebilecek en kötü durum, bir bütün olarak adalet duygusunun yitirilmesidir. Bu durumda, bireyler arası tüm ilişkiler, bir ayrıcalık savaşına dönüşür. Artık hiç kimse, hak ettiklerini değil, hak ettiğinden fazlası olan bir ayrıcalığın sahibi olmak ister. Sözgelimi, bir aile kurumunun içinde, bir ebeveyn, çocuğundan hak ettiği sevgi ve alakayı talep etmez, şöyle seslenir ona: “Ben bir anneyim/babayım, sana, doğruyu da söylesem, yanlışı da söylesem, benim sözümü dinlemen gerekir.” Ayrıcalık istemi, daima kirli bir ilişki türüdür, bu yüzden her anne-baba, sadece bir anne-baba olarak varolduğu sürece, kendi ayrıcalıklarının uğruna çocuklarının bir yanlışı yapmasını tercih etmekte hiçbir çekince görmez. Ve bu karşılıklı bir ilişkilenmedir, çocuklar da doğru da yapsa yanlış da yapsa her durumda arkasında durmasını istedikleri bir anne-baba talep eder. Ve sevgililik ilişkilerinde de durum aynıdır. Sözgelimi, Anna Karenina’nın ünlü karakteri Levin, sevgilisi Kiti’den (Prenses Ekaterina Aleksandrovna) kendisini adalet duygusuyla değil, merhametiyle yargılamasını ister. Talep ettiği şey, hak ettiği karşılık değil, bir af istemi ve ayrıcalıktır.

Franz Kafka, eserlerinde sık sık özgür bir toplumun ürkütücülüğünden söz eder. Bununla birlikte, özgür ve adil bir yaşamda ürkütücü olarak ne kalabileceğini birçok insan anlamakta zorlanır. Herkesin hak ettiği karşılığı aldığı bir dünya nasıl olur da ürkütücü olabilir ki? Belki de bu durumun böyle kavranmasının nedeni, özgür bir toplum olarak tarif edilen sınıfsız yaşama yapısının üzerine, yakın dünya tarihindeki çeşitli yaşananlardan dolayı, böyle bir toplum tasavvuruna Marxist literatürün uyguladığı ambargodur. Çünkü, Marxizmde özgürlük hali –Hegel felsefesinin baskın etkinliğinden ötürü– bir mükemmellik hali olarak ele alınır. Her şey yerli yerindedir bu dünyada, kim ne yapacağını, neyi hak ettiğini, nasıl yaşayacağını kusursuzca bilir. Gelgelelim, bir şeyleri değiştirmeden önce, anlamak da gerekir. Tüm ayrıcalıkların ortadan kalktığı bir toplumun/yaşamın belirleyicisi olarak kusursuz bir rasyonel ekonomi elde edebilirsiniz, fakat kusursuz bir ekonomik ilişkiler ağı beraberinde kusursuz bir etik düzlemi yaratmaz. Çünkü, etik her durumda kusurlu bir yapı olarak varolur. İnsanlar, ilişkilerinin toplamı olarak değil, ilişkilenme biçimlerinde gösterdikleri ahlaki duruşlardan edindikleri bir kendilikle varolur. Bu, şu demektir ki, insan denen varlık söz konusu olduğunda, ekonomik düzlem etik düzlemi değil, etik düzlem ekonomik düzlemi belirleme kudretine sahiptir. Kendilerini “devrimci birer Marxist” olarak adlandıran kimi insanların etik duruşları bu durumu karakteristik bir şekilde açıklar: Bu insanlar, olası bir devrim sonrasında kendilerini asla basit bir işçi, köylü ya da çalışan olarak tasavvur edemez! Hepsi de, kendi dışındaki diğer tüm insanların nasıl yaşaması gerektiğine dair, hiçbir denetime tabi olmayan “doğru” kararları veren mevkide tasavvur ederler, yani en ayrıcalıklı olan yerde; her şeyin ne şekilde, nasıl yapılması gerektiğini belirleyen en üst mevkide. Yazık ki, bu apaçık samimiyetsizlikten daha ahlaksız, daha kişiliksiz hiçbir varoluş kipi yoktur. Ki bu insanlar, içinde bulunduğumuz yaşamda da bu kişiliksizliklerini vahim bir şekilde sergilerler: kimden ne şekilde, hangi bedel karşılığında aldıkları bilinmeyen bir “doğru”yu mülk edinerek, kimseyi dinlemez ve kimseyle de ilişkilenmezler. Adeta “her şeyin başında neden ben yokum” diye yakınmak dışında hiçbir şey yapmazlar. Bununla birlikte mevzu, bir hakkı talep etmeye geldiğinde, bu insanları pek de ortalıkta göremezsiniz. Sözgelimi, basit bir işyerinde, basit bir ekonomik ilişki olan, yapılan iş karşılığında maaş alma ilişkisinde, bu insanların birçoğu maaşlarını –haklarını– nedense hiç talep etmez. Fakat mevzu bilmem ne politikasının, bilmem ne şekilde protesto edilmesi olunca “kahrolsun bilmem ne” diye sokakta bağırmaya gelince sesleri en çok çıkan oluverirler! Bazılarının adlandırdığı gibi, yaşanan bu gerçeklik, çelişkili bir varolma tarzı değil, düpedüz kişiliksiz bir varolma tarzıdır. Ve korkarım, bu durumu sadece bir çelişki olarak gören insanlar da, sözü edilen bu insanların farklı birer türevlerinden başka hiçbir şey değildir. En net ifadeyle, tümü birer hiçtir. Ve bir hiç olduklarından ötürü, en korktukları şey, adil bir dünya ve adil bir yaşamdır. Bu yüzdendir ki, hakkı değil ayrıcalığı talep ederler hep. Nitekim, bir hiç olan her insanın, adil bir dünyada hak ettikleri hiçbir şey de bulunmaz! (Devam edecek)


Bu yazı ilk olarak 18 Ekim 2010 tarihli Başkent Gazetesinde yayımlanmıştır