Çoklukla bir hakaret olarak kullanan “aptal” sözcüğünün, kavramsal olarak sersemlemeyle çok yakın bir ilişkisi vardır. İçinde bulunulan yaşama, zamana ve olan bitenlere karşı herhangi bir anlam dünyası yaratamayan insanın yaşadığı ruh halidir sersemlik. Bu, insanı amaçlardan uzaklaştıran ve doğal olarak her tür araçtan medet umulan bir yaşama biçimine hapseder. Kişi, kendisiyle ilgili ne yapacağını bilemez bir haldedir. İçinde bulunduğu etrafın içinde gün be gün aptallaşır. Daima, neyi ne şekilde yapacağı üzerine dışardan gelen yönlendirmelere bırakır kendini. Hiçbir şeyle baş edemez, hiçbir sorunu kendi başına çözemez. Öte yandan, sanıldığının aksine, aptallaşma hali, ne bir zekâ sorunundan ne de bir cehalet durumundan kaynaklanır. Mesele, tümüyle ahlaki bir sorun, ve içinde bulunulan zemin başlı başına etik bir düzlemdir. Öyle ki, şimdilerde, kendilerini yetiştirme konusunda içten bir kaygıyı taşıyan insanlar üzerinde bile bu durumu gözlemleyebilirsiniz. Gerçekten de belli bir zekâ düzeyinde olan ve kendilerini yetiştirmek gibi samimi bir kaygıları olan insanlar dahi, ilk olarak amaca götüreceklerine inandıkları bir takım araçları edinmeye yöneliyorlar hemen. Sanılıyor ki, amaçlar, araçların doğal bir sonucudur. Sözgelimi, iyi bir müzisyen olabilmek için, iyi kurslara gidip, iyi bir eğitim alarak bu amaca ulaşılabileceği düşünülüyor. Ya da, üniversite sınavında başarılı olamayan bir öğrenci, ilkine göre, daha iyi bir kursa gidip, birtakım özel dersler alıp bu başarısızlığın tekrarlanmasını önleyebileceğini sanıyor. Ki günümüz kent ebeveynleri de bu konuda oldukça sabıkalı bir sicile sahip: Çocukları için, iyi bir gelecek ve güzel bir yaşamı amaçlayan ebeveynler, bunu sağlayabilmek için, bir yandan çocuklarını o kurstan bu kursa gönderirken, bir yandan da çocuklarının gündelik mutluluklarını tesis edebilmek adına her tür teknolojik aleti temin etmekle bu “iyi niyetli” amaçlarını gerçekleştirebileceklerini zannediyorlar.
Öyle görünüyor ki, insanlar üzerinde, edinilen araçlarla, amaca doğal bir zorunluluk olarak gidilebileceği yönünde akıl karşıtı bir inancın iyice kemikleştiği bir dönemi yaşıyoruz. Hemen hemen herkes tarafından araçların, öncelikle ve esas olarak kullanılması gereken şeyler olduğu unutulmuş durumda. Garip bir düzlemin üzerinde, araçların toplamıyla amaçlar arasında bir eşitlik kurmaya çalışılıyor. Kimse, ne kendisinin, ne de etrafındaki insanların bir amaca ulaşmak için bir şeyleri edinmek değil bir şeyleri “yapmak” zorunda olduğunu göremiyor. Belli bir aracı gerektirmeyen hiçbir amaç, kimse tarafından benimsenmiyor. En uç haliyle doğrudan kişinin kendindeliğine hitap eden entelektüel amaçlar bile bir tür unvan ya da kariyer getirisi sağlamadığı zaman hiçbir kabul görmüyor –kabul gördüğü durumda da çoğunluk tarafından anlaşılamıyor elbet. Adorno’ya inat, yanlış bir hayatın doğru bir biçimde yaşanabileceği yönünde güçlü bir ısrar söz konusu. Fakat evlerindeki televizyon ve bilgisayarları bir günlüğüne ortadan kaldırdığınızda, koca bir yaşamı bir yana koyun, o gününü bile nasıl geçireceğine dair bir organizasyon yapabilecek insan sayısı, neredeyse yok gibi. Tıpkı, Marcel Proust’un dünyaya gelir gelmez en temel yaşamsal gereksinimlerini bir zile basarak karşılayan, etraflarından gördüğü saygıyı soy kütüklerine borçlu olan, fakat gün gelip 1. Dünya Savaşı patlak verdiğinde, basacakları bir zil bulamayınca karınlarını bile doyurmaktan aciz aristokratlarına benziyoruz giderek. Gelgelelim, bu durumu yaşayanların birçoğu, aristokrasinin maddi olanaklarıyla kuşatılmış olmadığından, gün be gün borçlanılan ve hiçbir suretle hak ettiği değerin verilmediği bir hayatı sürdürüyorlar. Değişen tek şeyin fiyatlar olduğu ve insanların bir kişilikle varolmak yerine, unvanlar ve sertifikalarla kendilerini ortaya koymaya çabaladıkları bir satın alıp verme dünyasının içine tıkılıyoruz. Hal böyle olunca, garip bir denklemin içinde buluyoruz kendimizi. Tıpkı meşhur Rus atasözündeki gibi, hiç kimsenin işsiz olmadığı fakat çalışan kimsenin de olmadığı; hiç kimsenin çalışmadığı, fakat herkese bir maaşın ödendiği; herkesin bir maaş alıp, kimsenin satın alacak bir şeyinin olmadığı; satın alınacak hiçbir şeyin olmadığı, fakat herkesin ihtiyacını karşıladığı; herkesin ihtiyacını karşıladığı, fakat herkesin şikayet ettiği; ve herkesin şikayet edip ne zaman ki oy kullanma zamanı gelse herkesin “evet” dediği bir hayat yaşıyoruz!
Bu yazı ilk olarak 27 Eylül 2010 tarihli Başkent Gazetesinde yayımlanmıştır.