Perşembe, Ekim 23, 2025
Köşe yazısı

Menfaat iktidarını koruma stratejileri -5-


2000’li yıllar, dünya genelinde uzun yıllardır süregelen “kimlik politikası”nın ürünlerini vermeye başladığı yıllar olarak değerlendirilebilir. Yoksullaştırma ve cahilleştirme üzerine kurulu olan sistemin, kişiliksiz birer varlığa dönüştürdüğü insanları bir arada tutmayı hedeflediği bir politikadır bu. Fakat beklenen başarıyı gösterememiştir. Kökenlerini, faşist düşüncenin inşa etmeye çabaladığı dünyadan alan, bir kimliğin, bir kişilik olarak tek tek insanların üzerine yapıştırılması gayreti içinde olan bu politika sonunda görülmüştür ki, kişiliksiz insanların, bir arada yaşayabilmeleri için, yazılımında hiçbir katkılarının olmadığı tarihten gelen bir kimlikte, yani kimi etnik unsurlarla birbirlerine bağlanmaları mümkün değildir; çünkü, zannedilenin aksine bir insan için bir kimlik, bir kişiliğin yerini dolduracak özelliklerden yoksundur. Öte yandan, içinde bulunulan dünyada, teknoloji denen olgunun hükümranlığını enikonu kesin bir tavırla ilan ettiği bir hayat da söz konusudur artık. Yani, ısrarla iddia edilen, dil, din ve ırk gibi kavramların, insanlar üzerindeki birleştirici özelliği çoktan yok olup gitmiştir –veya böyle bir birleştirici özelliği bu kavramlar hiçbir zamanda taşımamıştır. İnsanlar arasındaki ilişkilerin yerini nesneler arasındaki ilişkilerin doldurmaya başladığı bu dünyada tanrı bile öldürülmüştür (1). Elbette hal böyle olunca, ekonomik bir buhran, beraberinde ahlaki bir buhranı da getirmiştir. Siyasal düzlemin tümüyle ayrıştırıcı bir faşizmin egemenliğine girmesi, postmodern ahlak olarak ortaya çıkan şeyin, kalıcı olan her şeyi katletmek üzerine kurulu bir dünyayı esas almasına sebep vermiştir. Bir yanda, bir el hareketiyle terk edilebilecek denli kolay fakat kesin inançların yer aldığı; bir yanda ise gündelik dilde “bana göre…”, “bence…” gibi ifadelerle karşımıza çıkan göreceliliğin bulunduğu iki kutuplu bir ahlaktır bu. Yine de bu iki kutup (kesin inanç ve göreceli ahlak) eş iki parça olarak bulunur bu yapının içinde. Bununla birlikte, içinde, göreceliliğin olmazsa olmazı olan kuşkuya hiç yer vermeyen ve kesinliğin kaçınılmazı olan rasyonelliği her durumda arka plana iten bu yapının olası hiçbir zıtlığa da tahammülü yoktur. Bu yüzden, söz konusu iki kutup, bir mıknatısın birbirine eş iki kutbu gibidir –yani, bu kutuplar eş olmalarına rağmen birbirlerini şiddetle iterler. Neticede, ortada tam bir eşlik ve aynılık söz konusu olsa da yine de güçlü bir gerilim kuvveti söz konusudur. İşte bu gerilim, sistemin hoşnutları olan menfaat iktidarlarının, kendi varlıklarını koruyabilmek adına sürekli olarak besledikleri kaynaktır. Bir aynılık içinde süregelen bu gerilim içinde, sözde zıtlıklar yaratılarak, kişiliksizleştirilmiş ve yoksullaştırılmış insanlar için, çeşitli meşguliyetler üretilir. Bu sayede insanlar, içinde bulundukları şimdiden uzaklaştırılarak, kimliklerine ait olan, fakat bir birey olarak çoklukla çok cılız bir bağlantıları olan sorunlar üzerine odaklanarak, ucube bir geçmişin içine hapsedilir. Her ne kadar, doğanın katı yasaları ve apaçık gerçeklikler gereği, bir insanın yapabileceği şeyler, tümüyle şimdisinde ve geleceğinde bulunsa da, tuhaf, ahmakça ve anlamsız bir şekilde, geçmiş bir zamanda bitmiş bir savaşın içinde didinip duran insanlar doldurur etrafı. Yani, yapılan şey, gerçek dışı bir savaştır! Ve gerçekliğin, içinde bulunulan zamanın bir kenara itildiği böyle bir ortamda, gündelik yaşamdaki basit dedikodu mekanizmalarına benzer, bir dedikodu evreni kurulur. İnsanlar bu dedikodular üzerine konuşmaya ve “düşünmeye” başlar –yani olan biten her şeyin, bizzat olup bitmesi dolayısıyla apaçık bir şekilde göze görünür olmasına rağmen, cahilleştirilmiş ve yoksullaştırılmış insanlar bu durum karşısında gözlerini kullanmak yerine, kulaklarına doldurulan komplo teorileri ve safsatalarıyla meşgul olurlar. Tabi olarak, kişiliksizleştirilmiş ve çoklukla bile isteye kişiliksiz olmayı tercih etmiş bu insanlar saçma sapan meşguliyetler içinde yüzerken; menfaat iktidarları da, kendi çıkarlarının daimiliği için gerekli her tür yasal, anayasal düzenlemeyi rahatlıkla yapabilir bir hale gelirler. Elbette, basit ya da karmaşık bir takım kandırma mekanizmalarıyla yaparlar bu işi. Nitekim, AKP’nin öne sürdüğü ve halk tarafından onanması için tıpkı 1982 Anayasası’nın onanması için kullanılan yöntemlerle, yani tehdit ve cezalandırmalar dâhil her tür yolun kullanıldığı Anayasa paketinin içeriği de buna karşılık gelmektedir. Kimi kesimler için bir iyileştirme olarak görülen maddelerin kapladığı somut ve içeriksel hacimle, AKP’nin kendi varlığını sürdürmesi için zemin hazırlayan düzenlemelerin kapladığı somut ve içeriksel hacim arasında ciddi bir fark söz konusudur. Dahası, pakete eklenen geçici maddeler, söz konusu dönüşüm sürecini bir ay kadar oldukça kısa bir zaman dilimine hapsetmektedir. 1982 Anayasası’nın malum maddelerini ortadan kaldırabilmek için yaklaşık 30 yıllık bir süreç yazık ki yeterli olmamıştır ve şimdi onanması beklenen paketin onanması durumunda, ortadan kaldırılabilmesi için ne kadar bir sürecin yeterli olacağını kestirmek oldukça güçtür. Çünkü, bir yanlışı seçmenin kolaylığının aksine, bir yanlışı düzeltmek oldukça meşakkatli bir gayreti gerektirir. 

Not: (1) Nietzsche’nin ünlü tümcesine atıfta bulunulan burada şunu belirtmek durumundayım. Çoklukla, gerekli felsefi donanım ve yeterli Nietzsche okuması yapmayan insanlar, filozofun söz konusu tümcesini, popülist bir tavırla bir tür ateist isyan veya iddia olarak değerlendirme eğilimi gösterirler. Gelgelelim, filozofun eserleri içinde bir bütün olarak ele alındığında, sözü edilen tümce, bir isyan ya da bir iddia olarak değil bir tespit olarak karşımıza çıkar. Filozofun yaptığı saptama şu şekilde ifade edilebilir: İçinde bulunduğumuz dünyada, katı ekonomik ilişkilerden kaynaklı olan bir güç savaşı söz konusudur. Ve bu dünyanın içinde, bu savaşın gerekliliklerini taşımayan hiçbir unsura yer verilmez. Bu anlamda, artık ne tanrı ne de ona benzer hiçbir ilahi güç, bir insan yaşamının belirleyicisi olarak yeryüzünde yer almamaktadır. Öyle ki, bu durum en dindar insanlar için bile geçerlidir, söz gelimi en üst düzeydeki din adamları bile bu sistemin bir çarkı haline gelmişlerdir. Artık, her insan, sadece ve sadece ekonomik çıkarların esas alındığı, yani maddiyatın her şeyi belirlediği bir savaşın askerlerinden başka bir şey değildir.


Bu yazı ilk olarak 30 Ağustos 2010 tarihli Başkent Gazetesinde yayımlanmıştır.