İnsanlar üzerinden yapılan kirli bir menfaati kalıcı kılmak için en etkili strateji, insanların kullandıkları sözcüklerin kavramsal içerimini daraltarak, anlamların yer aldığı bir dünyanın yerine kaba hayvani çıkarların tatminini sağlayan araçların yer aldığı bir dünya inşa etmekten geçer.
Bu durum, Türkiye’de 80 darbesi ve sonrasındaki Özal iktidarı döneminde, bilinçli bir politika olarak uygulanmış ve beklenen başarıyı da sağlamıştır. George Orwell’ın 1984 yapıtındakine benzer bir sözlük çalışması, bu dönemden itibaren başlatılmış ve halen de “sözlü bir sözlük” olarak üretimine devam edilmektedir. Bu yazılı olmayan “sözlü sözlük” için, ilk olarak, iktidar sahiplerinin menfaatlerini engelleyebilecek her tür sözcük, insanların kullanım alanlarından çıkarılmış, ötelenmiş ya da bizzat fiili olarak yasaklanmıştır. Sözlükten çıkarılamayan sözcüklerin ise, ya anlamları daraltılmış, ya da anlam içerimleri tümüyle ters yüz edilmiştir. Sözgelimi, bu dönemi yaşayan insanlar, “özgürlük” sözcüğünün “iki anahtar” eğretilemesiyle, ev ve araba sahibi olmakla eşitlenen bir anlama sıkıştırılmaya çalışıldığını çok net olarak hatırlarlar. Buna benzer birçok örnek daha verilebilir.
Bu sözlü sözlükle birlikte, insanların konuşmak ve düşünmek için kullandıkları dil, sadece ve sadece konuşmaya indirgenmiş bir araca dönüştürülmek isteniyordu. Böylece, düşünme etkinliğine ket vurulacak ve insanlar tarafından kullanılan her cümle iktidar sahiplerinin menfaatlerini dogmatik bir yapı olarak zihinlere kazımış olacaktı. Fakat, bu sayede elde edilmek istenen şey, tek tek her insanın aynı düzleme çekildiği bir tek tiplilik yaratmak da değildi. Nitekim tarihte, başarısızlığa uğramış ve sonucu çoklukla devrimle noktalanan bir isyan kültürünün oluşmasına neden veren bu durumlara karşı iktidar sahipleri oldukça tecrübeliydiler. Bu nedenle, insanlara, kendi içlerine sıkışmış, anlamsız bir dünya yaşadıklarını düşündürmemek için özel bir gayret sarf ettiler. Bu doğrultuda, anlam içerimi baltalanmış bir takım özgürlük ve sözde ahlak alanları yarattılar. Yani, belirli şartları yerine getirmek şartıyla, artık her insan, zengin olma olanağına sahipti (sözgelimi “işini bilen memur”lar bunu rahatlıkla yapabilirdi), ve böylece cinsel yaşamını da daha rahat bir şekilde yaşayabilirdi. Elbette burada öne sürülen, cinsel serbesti, aslında, insan yaşamının haz üzerine kurulu bir saçmalık olduğu yönündeki felsefi iddianın bir simgesinden başka bir şey değildir. Öyle ki, esas özgürlüklerin kısıtlandığı her ortamda olduğu gibi, insanların derhal kaba ve kösnül hazlara itilmesi ve bu durumun cinsel özgürlükle simgeleştirilmesi tarihin birçok döneminde tekrar tekrar kullanılagelen bir strateji olup, kirli bir menfaati korumak isteyen iktidar sahipleri adına çoklukla başarılı sonuçlar vermiştir. Nitekim, 80’lerle de bu strateji bir kez daha işe yaradı. Ve insanlar, doğru erkek veya doğru kadın ve bol para arayışı dışında hiçbir motivasyonunun olmadığı bir dünyanın içine itildi. Karşılıklı kişisel ilişkilerin dinamik bir yapı olarak belirlendiği ahlaki alanlar (kişisel boyut), kristalize edilen basit göstergelere indirgendi. Saygı, parası olana gösterilmesi icap eden bir ritüel, sevgi, gerekirse her tür kumpasın uygulanarak elde edilebileceği kösnül bir hazza dönüştürüldü. Ancak bu stratejinin fiyaskosu, insanlara yaşadıkları hayatın hiçbir anlamının olmadığı yönünde attığı nutuklarda yatıyordu. Nitekim, bu sistem içinde, sadece ve sadece yaşadığı anın tadını, bedeninin tatminini ve istediği nesnelere sahip olma lüksünü elde edebilen başarılı insanlar dahi, sürekli bir anlamsızlık ve nedeni olmayan bir sıkıntı halinin içine itiliyorlardı. Ki, bu noktada uygulanan strateji ve yaratılan sistem tökezlemeye başlamıştı. Sözcüklerin giderek kısıtlandığı, kavramların anlam içerimlerinin neredeyse sıfırlandığı bu ortamda, düşünmenin en etkili yolu olan sanat ve benzeri kişisel etkinlikler, bu sıkıntısız sıkıntılılığın esasına değinip, oluşan ekonomik uçurumlar ve sefil yaşamların farkına varmaya başlamışlardı elbet. Ancak iktidar sahipleri buna da bir çözüm buldu. Ve kanımca, günümüzde AKP’nin de devam ettirdiği yepyeni bir strateji buldu kendine; yaşanan ekonomik ve insani katliamının faili olmasına rağmen, kendini bu durumun mağduru olarak sunmaya başladı. Yaşanan haksızlıkların, kendinden ötürü ortaya çıkan gerçekler değil, kendinin de maruz kaldığı gerçekler olduğunu öne sürdü. Ve buna paralel olarak söz konusu sıkıntı kutsallaştırıldı, dahası insanlara nedensiz yere sıkılması için salık verilir oldu. Öyle ki, bu yeni stratejiyle birlikte, sıkılmak için dilenen insanlara dahi rastlanır oldu. Mesele, bir durumda ve konuda haklı olmak değil, haksızlığa uğramış olmaktı artık. Hal böyle olunca, elbette durum arabesk bir hal aldı. Ve bu da iktidar sahibinin en istediği şeydi. Anlamsız bir dünyanın içinde hiçbir anlam arayışı olmayan insanlar yaratılmıştı. Ortada kültürel hiçbir şey kalmamış, ama insanların hemen hepsi hem ekonomik hem de kültürel bir sıkıntı yaşamaya başlamıştı. İşte bu noktada, yeni stratejinin ilk atılımı müzik alanında gerçekleştirildi –ve yazık ki bu da başarıldı! Nedensiz acıların içinde, nedensiz yere kıvranan ve her durumda esas olanı ıskalayan insanlar, kendilerine sanal düşmanlar yaratıp onları yenmeye başladı. Örneğin İstanbul şehrine karşı yüzlerce kişi savaş açtı, ve bu sanal düşmanı elde ettikleri para ve ün sayesinde “yenen” insanlar sanatçı olarak anılmaya başlandı. Ve neticede, halen içinde bulunduğumuz muhteşem bir karışım ortaya çıktı; sosyete ahmaklığıyla, “sonradan görme” edepsizliği birbiriyle harmanlanarak, tatsız tuzsuz bir içecek elde edildi. Nitekim şimdilerde de sağlıklı bir bünyenin asla kaldıramayacağı bu içecek herkese birden aynı anda içirilerek sistemin kalıcılığı daimi kılınmak isteniyor.
(Devam edecek)
Bu yazı ilk olarak 16 Ağustos 2010 tarihli Başkent Gazetesinde yayımlanmıştır.