Tarihin kendi akışı hiç öyle olmasa da, kimi tarihçilerin takip ettiği belgeler eşliğinde yazılan tarih, göze görünür simaların hayat öykülerinden genel bir anlam çıkarmaya çabalar. Sözgelimi, göze görünür bir insanın yaşam öyküsü bir ülkenin kaderiyle birleştirilmek istenir.
Şimdilerde Türkiye’nin yakın siyasi tarihi de böyle bir senaryonun içine oturtulmak isteniyor. Deniyor ki, 60 müdahalesiyle ülke yönetimindeki söz hakkı elinden alınan Demokrat Parti (DP) lideri Adnan Menderes’in, müdahaleyi yapan kesimlerce (şunu belirtmek gerek ki, bu kesimleri, şimdilerde birçok kimsenin yaptığı gibi, ordu veya ordunun bir bölümü diye adlandırmak pek de mümkün değildir. Milli Birlik Komitesi (MBK) olarak bilinen bu grup, homojen bir özellik göstermediği gibi belli bir disiplin altında örgütlenmiş bir yapıya da sahip değildir çünkü) 61’de partinin diğer birkaç üyesiyle birlikte idam edilmesi, ülkenin demokrasi kültürünü baltalamış ve “seçilmiş” bir başbakanı, yani kendi deyimleriyle “halkın iradesi”ni hiçe sayarak belli güç odaklarının egemenliğine terkedilmiş bir “vesayet rejimi”nin başlamasına sebep vermiştir. Gelgelelim, böyle bir tarih okuması hedefi ıskalamış ve faturayı yanlış adrese göndermiş bir işletmecinin ürünü olabilir ancak! Çünkü, esas itibariyle bakıldığında, tarihteki birkaç veri bu iddiaların tümünü yalanlar.
Şöyle ki, ilk olarak seçimlerle başa gelmiş DP’nin, Meclis’teki temsiliyet oranı, onun hiç de “halkın iradesi” olarak adlandırılan terime uygun düşmediğini gösterir. Nitekim, 1950 seçimlerinde oyların yüzde 52,68’ini alan DP, Meclis’te halkın %83,77’sini temsil etmektedir! 1954 seçimlerinde bu temsiliyet oranı çok daha çarpıcıdır, DP bu sefer oyların yüzde 57,61’ini alarak, Meclis’te halkın yüzde 92,79’unu temsil eder! Ve son olarak ilk defa oy oranının düştüğü 1957 seçimlerinde de azımsanmayacak temsiliyet farkı yine devam eder, bu kez oyların yüzde 47,88’ini alan DP’nin Meclis’teki temsiliyet oranı yüzde 69,50’dir!
Hal böyleyken, burada bir insanın demokrasiden (yaygın kullanımıyla kastedilen bir temsili demokrasiden) söz edebilmesi için, aklını yüzlerce ton dinamitle imha etmesi gerekir! Öte yandan, bir ahlaki değermiş gibi öne sürülen “halkın iradesi” teriminin de, bu gerçeklik içinde ne denli ucube bir safsata olduğu apaçıktır! Daha sağlıklı bir değerlendirme, elbette ki yaşanan şeyin, apaçık bir çoğunluk diktatörlüğü olduğudur. Ki DP’nin, siyasi ve ekonomik uygulamaları da bunu destekler nitelikte olmuştur.
Fakat yine de, muhafazakârlığın başat özelliği olan kafa karıştırıcılığı, bu süreci bambaşka verilerle harmanlamaya çalışmış ve bunu Türkiye özelinde başarmıştır da. Nitekim yaşadığımız günlerde de, 60’da yapılan müdahaleyi daha sonraki askeri müdahalelerle bir tutma istemi giderek kemikleşen bir yapı halini alıyor. Gelgelelim, tarihsel verileri bir yana bırakın, matematiksel kesinlikler ekseninde bile, Türkiye’nin gerçek anlamda bir temsili demokrasiye geçiş süreci, sanılanın aksine 1946’da değil, ancak 1961 seçimleriyle kendini gösteriyor. Bu seçimlerde yüzde 36,74 oy alan CHP, Meclis’te, yüzde 38,44’lük bir temsil oranına sahipken, ikinci parti olan Adalet Partisi (AP) aldığı yüzde 34,79’luk oy oranıyla Meclis’in yüzde 35,11’ini oluşturuyor. Salt bu perspektiften bakıldığında bile, 50’lili yıllardaki oy oranı ve temsiliyet oranı arasındaki uzaklık göz önüne alındığında, burada yaşanan değişimin ciddiliği neredeyse bir devrim niteliğindedir.
Ancak, yazının başında belirttiğim gibi, 60 müdahalesi homojen bir yapıya sahip değildir. Bu sebepten, yapılan müdahalenin devrimsel niteliklerinin yanında birçok kirli yüzü de vardır. Ve elbette, bu kirliliklerin en vahimi Yassı Ada duruşmaları ve buradan çıkan idam kararları ve de gerçekleştirilen infazlardır. Öyle ki, kişisel trajedilerin yanı sıra, toplumsal bir gerginliğe de neden olan bu kirlilikler, 60 müdahalesinin devrimsel özelliklerini de kısa zaman içinde törpülemiş ve günümüze gelinceye dek birçoğunu neredeyse yok etmiştir.
Konunun en vahim tarafı ise, bugünlerde iktidarı elinde bulunduran AKP’nin kendi kirli menfaatlerini koruyabilmek adına bu müdahaleyi gündeme getirerek onunla hesaplaştığını öne sürmesidir. Elbette, böyle bir hesaplaşma söz konusuysa, ilk sorulması gereken, bu hesaplaşmanın, söz konusu müdahalenin kirli mi yoksa temiz yüzüyle mi ilgili olduğudur. Fakat, yazık ki, olayların yoğunlaştığı ve karmaşıklaştığı durumlarda sıkça rastlanan bir toplumsal refleks bu hususta da kendini göstermekte, ve konu hakkında fazla veri ve ilgi sahibi olmayan insanların çözümleme yapması güçleşmektedir. Hal böyle olunca, yaşanan gerçeklikler, insanların birçoğu tarafından, olduğu biçimiyle değil, görülmesi istenen şekliyle algılanıyor. Yani, pek çok insan ve pek çok kesim, AKP’nin hesaplaştığı şeyin, bu müdahalenin kirli yüzlerine mi, yoksa temiz yüzlerine mi denk düştüğünü göz ardı ederek, kendi birikimleri ve yaşamöyküleri içinde beklenti ve duygularına hitap eden yaklaşımları benimsiyorlar. Gelgelelim, rasyonel bir durum karşısında, doğru kararı verebilmek için duygusal bir tavır takınmanın, insanları çoklukla doğruya değil de, yanlışa sevk ettiğini ve yapılan bir yanlışın düzeltilmesinin de o yanlışı hiç yapmamaktan çok daha zor olduğunu vurgulamak gerekiyor.
(Devam edecek)
Bu yazı ilk olarak 9 Ağustos 2010 tarihli Başkent Gazetesinde yayımlanmıştır.