Pazartesi, Aralık 8, 2025
Köşe yazısı

Kavramların yerini alan sözcükler


Matematikçiler ve mantıkçılar arasında sıklıkla dile getirilen eğlenceli bir çelişki öyküsü şudur:

Genç aşık, sevgilisinin yanına usulca yaklaşıp, ona “Gördüğü her şeyden daha güzel olduğunu” fısıldar. Bunun üzerine sevgili, genç aşığına hiç de beklemediği bir karşılık verir: “Sen de gördüğüm en büyük yalancısın!”

Öyküdeki sevgili ya bir matematikçidir ya da içinde bulunduğu duruma karşı üst düzey bir mantıksal duyarlılıkla yaklaşmaktadır. Çünkü kendine söylenen söz karşısında yaptığı teşhis gerçekten de apaçık bir doğrudur. Aşığı ona yalan söylemektedir. Zira sevgilinin, aşığının gördüğü her şeyden daha güzel olabilmesi için, bizzat kendinden de daha güzel olması gerekmektedir ki (ne de olsa genç aşığın gördükleri içinde sevgilisi de mevcuttur), bu olanaksızdır.

Elbette, kavramların yerine, sözcüklerle iletişim kurmanın yaygınlaştığı gündelik yaşamlarımızda, bu tür öykülerle karşılaşmak da başka bir olanaksızlığa işaret eder. Sözcükleri, bir kavramın ifadesi olarak algılamaktan uzak olarak geçirdiğimiz gündelik yaşamın boğuculuğu, sadece ekonomik ve siyasi olarak değil, bizzat kavramsal içi boşluklarla da manipüle edilir. İnsanlar tarafından kullanılan dilin, bir iletişim aracı olarak sahip olduğu örgütlenmenin ve bütünlenmenin en çok katlinin yapıldığı alandır gündelik konuşmalar. Yolda karşılaştığımız bir tanışımıza, bildik bir sözcükle selam veririz, kullandığımız sözcük ait olduğu kavramsal içeriğine hiçbir göndermede bulunmaz, öylesine yapılan bir el hareketi gibi, dudaklarımızın arasından öylesine çıkıveren bir ses yığınıdır sadece o. Bununla birlikte, her tür manipülasyona karşın, bazı sözcüklerin kavramsal içerikleriyle arasındaki bağ asla koparılamaz nedense. Sözgelimi, bir küfür sözcüğünü, asla bir selamlama sözcüğü gibi değerlendirmeyiz. Aksine, onu derhal bir kavram olarak algılar ve bu doğrultuda tepki veririz. Yine de çok insan tarafından bilinçsizce verilen tepkilerdir bunlar. Çünkü insanların birçoğu, gündelik yaşamın akışı içinde, sözcük ve kavram arasındaki ilişkilerden bir hayli uzaklarda yaşar. Çoklukla da dili, bir iletişim aracı olmaktan da öte, ezberlediği bir şarkının melodisini mırıldanırmış gibi kullanır –hep aynı şekilde, aynı ses ve sözlerle, aynı tonda ve aynı boşlukta…

Öte yandan, dilin konuşularak kullanılması esnasında, sözcük ve kavramların arasındaki bağları korumak gerçekten de zordur. Çoklukla bir şeyler söylemek zorunda olduğumuz konumların içine itildiğimiz gündelik ilişkilenmelerimizde, kavramları bir yana bırakın, sözcükleri bile pek kullanmayız; sadece ve sadece ses yığınlarıyla iletişim kurduğumuz zamanlar hiç de az değildir –hatta bazen sesten bile feragat edip, çeşitli vücut belirtkeleriyle yetindiğimiz bile olur.

Peki, ama bunların önemi nedir? Yani kavramlar yerine sözcüklerle yaşamanın ne gibi bir getirisi ve ne gibi bir götürüsü vardır? Yanıt oldukça açık, çoklukla öylesine yakınılan yaşamın anlamsızlığı, sıkıcılığı, boğuculuğu vs gibi durumların tümü bununla ilgilidir. Çünkü, hayatta en çok üzerine vurgu yapılan “anlam” esansı, sözcüklerde değil kavramlarda bulunan bir özüttür. Bu sebepten ilişkilenmelerimizi ne denli sözcüklerle yetinilen bir iletişim çevreninde tutarsak, kendimizi o denli anlamsız bir hayatın içine atıyoruz demektir. Kavramdan uzak olarak geçirdiğimiz her an, yaşamımızın anlamını bir çöp poşetine koyup, iyiliksever bir çöpçüden bu çöpe, bir anlam vermesini dileniyoruz demektir. Ve gerçek şu ki, “iyiliksever bir çöpçü”ye masallarda bile rastlanmaz! Her ne kadar günümüzde, görsel ve işitsel medya denen mekanizma tarafından, dünyamız, herkesin vakti geldiğinde, kendi yeteneğini göstereceği ve bu sayede yaşamına bir anlam vereceği bir yetenek yarışması olarak sunulsa da, ortaya çıkan sonuç, kendini daha yeteneksiz hissedenin işi kavgaya döktüğü bir ortamdan başka bir şey yaratmıyor. Sözcüklerin içinde boğulup gidilen bir yaşam içinde, anlam gelip kimsenin kapısını çalmıyor. Kavramlardan, dolayısıyla, kavramaktan ve kavradığı anlamı bünyesinde taşımaktan kaçınan her insan, hiç de bir “anlam ödülüyle” taçlandırılmıyor. Taçlandırılamaz da!

Kaçınılmaz olanı inkâr etmek, bir kaçma yöntemi değildir.


Bu yazı ilk olarak 12 Temmuz 2010’da Başkent Gazetesinde yayımlanmıştır.