Perşembe, Ekim 23, 2025
Köşe yazısı

Etki ve tepki prensipleri üzerine


Bilindiği gibi, herhangi bir ilişkide ortaya çıkan bir hata, yalnızca hatayı yapan kişiyi değil, ilişkinin içinde bulunan diğer kişi ya da kişileri de etkiler. Yani, bu diğer kişi ya da kişiler, hatayı bizzat kendileri yapmış olmasalar da, hatanın ortaya koyduğu sonuçlara, en az hatayı yapan kişi kadar maruz kalırlar. Bir bedeldir söz konusu olan şey. Bununla birlikte, hatayı yapan kişinin aksine, hata çevreninde yer alan diğer kişiler, yapmadıkları bir hatanın bedelini ödemekle yükümlenmişlerdir. Hal böyle olmasına rağmen, son yılların popüler ahlakının mimarları, etkilerin (burada hataların) üzerine değil de, tepkilerin (söz konusu hatayı yapmayan kişilerin hata karşısındaki tutumlarının) üzerine odaklanmış bir yaşama ahlakı inşa etmeye çalışıyor. İçi boşaltılmış olan “sakinlik” ve “soğukkanlılık” kavramları öne sürülerek, etrafınızda ne tür bir hata işlenirse işlensin, sakin ve soğukkanlı olmanız salık veriliyor. Ve şayet siz bu salığa kulak asmasanız, hatayı yapan kişi bir kenara itilip, size “Tamam, o bir hata yaptı ama, sizin de ona karşılık şunu yapmamanız gerekirdi” türünden söz kalıpları üzerine kurulu sözde ahlaki eleştiriler yöneltiliyor. Ve hemen herkes tarafından da, bu durum, “Hataya, hatayla karşılık vermemek gerekir” gibi, bir ahlaki öğreti olarak kabul görüyor. Gelgelelim yaygın kabul görmüş klişe ahlaklılık nutuklarından sıyrılır, durumları sözlüklerden edinilmiş tanımlamaların üzerine kurulu sözcüklerle değil de, kavramlarla ele almaya kalkarsanız, ortaya çıkan veriler hiç de böyle değildir. Sözgelimi, az önce boğazını kestiğiniz bir ineğin, son nefesini vermeden önce kasıklarınıza attığı tekmeden ötürü şikâyetçi olamazsınız! Yani ona, “Tamam ben onun boğazını kestim, ama ben bunu yaptım diye, onun da bana tekme atmaması gerekirdi” diyemezsiniz! Şu halde görülmektedir ki, giderek yaygınlaşan “Tamam, o bir hata yaptı ama, sizin de ona karşılık şunu yapmamanız gerekirdi” türünden ahlaki normların yaşanan gerçeklikle hiçbir alakası yoktur. Sanıldığının aksine, çoklukla kaynağını dinsel motiflerden alan (sözgelimi ilk günahı işleyenin üzerine kurulan) ahlaklar gerçek bir ahlak niteliği taşımaz. Çünkü, gerçek bir ahlak, asla ve asla yapılan hata ve hatayı yapan kişi üzerine kurulamaz! Boğazı kesilen ineğin yerinde olup da, tekme atmamayı seçip, usulca kaderine razı olmak, ve katlini gerçekleyen kişiye karşı “sakin” ve “soğukkanlı” bir tavrı benimseyebilmek için, ancak ve ancak sırtını güçlü bir tanrıya dayamış bir peygamber olmak gerekir –yani ayrıcalıklı bir varlık olmak gerekir. Yazık ki, peygamberler olarak değil de, insanlar olarak yeryüzünde yaşıyor olduğumuz için, böylesine ayrıcalıklı bir varoluşun üzerine kurulu ahlaklarla, bir arada yaşama kültürümüzü geliştirmemiz mümkün değildir. Bu köşedeki yazılarımda sıklıkla yinelediğim gibi, burada da başlangıç noktası en önemli olan noktadır. Bu hususta da esas olan daima tepki değil etkidir. Her etkinin bir tepkiyle karşılaşması kaçınılmaz olduğuna göre, tepkilerin normları üzerine inşa edilecek bir ahlakın sağlam bir yapı olarak karşımıza çıkmasını beklemek pek de sağlıklı bir tutum olmaz. Çünkü, etkinin kendini önceleyen bir tepkisi değil, tepkinin kendini önceleyen bir etkisi vardır. Bu anlamda, gerçek bir ahlakın inşaatını yapabilmek, ve gerçek bir ahlakı yaşamsallaştırabilmek için, önemin, tepkilerin değil etkilerin üzerine odaklanması gerekir. Ve bir bütün olarak, yapılan bir hataya, hatayı yapan kişinin doğrularıyla yanıt vermekten kaçınarak, ilk olarak, yapılan hataların bir hak değil, bir hak ihlali olduğunun bilincine ulaşmak gerekmektedir. Zira insan, bizzat insan kavramının içinde barındırdığı usu –yani doğru olana yönelmeyi seçen yetiyi– gerçeklemek istiyorsa, yapacağı bir eylemin hata olup olmadığını görebilmek için, o eylemi yaptıktan sonra değil, o eylemi yapmadan bilmesi gerekmektedir. Yani insan denen varlığın, yaptığı her eylemin bilincinde olarak eylemesi gerekmektedir. Bunun aksine, “İnsanlar hata yapa yapa öğrenir” gibi aptalca savların hiçbir iler-tutar tarafı yoktur. Çünkü bilindiği gibi, maymunlar da hata yapa yapa öğrenir, fakat insan olmanın ayrıcalığı, us sahibi bir varlık olarak, hata yapmadan da öğrenebilen bir varlık olmasında yatar. Bu noktada, bir insan için yaşam denen şey, yaşadıklarından bir sonuç çıkartarak değil, yaşamına bir yön vererek anlam kazanır. Ki, yaşamanın esası, herkesçe bilindiği üzere, geçmişe doğru değil, geleceğe doğru yol alır. Yani, klişeleşmiş bir söze göndermede bulunmak gerekirse, “Geçmişini bilmeyenlerin geleceğini de bilemeyeceği” yönündeki sav tamamıyla geçersizdir, çünkü esas “geleceğini bilmeyenlerin hiçbir geçmişinin olmadığı” üzerine kuruludur.


Bu yazı ilk olarak 5 Temmuz 2010’da Başkent Gazetesinde yayımlanmıştır.