Perşembe, Ekim 23, 2025
Genel

Etnik kâbus


İkinci Dünya Savaşında Nazizmin Yahudilere yönelik katliamı karşısında, neredeyse bütün dünya insanları Yahudiliğe karşı önüne geçilemez bir duygusallığa kapılmıştı. Elbette bu duygusallık yaşanan vahamet karşısında kaçınılmaz bir sonuç olarak değerlendirilebilir. Ve bu, hatırı sayılır ölçüde yerinde bir değerlendirmedir de. Fakat işte, tam da ilkesel hedefini ıskalamış bu duygusallık yüzünden, Nazizmin doruk noktasında yaşadığı etnik varoluş kipi, yazık ki Nazizmin kanlı savaşı kaybetmesine rağmen dünya yüzeyindeki egemenliğini sürdürmeye devam edebilmiştir. Konuyla ilgili olarak, bu köşedeki başka bir yazımda söz ettiğim gibi (bkz: Etnik varoluşlar ya da kimlik dilenciliği; 16/11/2009 tarihli Başkent Gazetesi), savaşta gerçekte ölen kişilerin birer Yahudi değil, hepimizin bildiği gibi, bizzat ete kemiğe bürünen tek tek insanlar olduğu gerçeğini gölgelemiştir bu duygusallık. Ve hal böyle olunca, daha savaşın üzerinden birkaç yıl geçmeden, aynı düşünce yapısının egemenliğinin sürmesi sonucunda, bu sefer Yahudiler olarak adlandırılan insanların, Filistin topraklarında yaptığı vahşet ve katliama karşı, dünya yüzeyindeki insanların üzülmeyi ve duygulanmayı bir yana bırakın, birçoğunun bu vahşet ve katliamdan haberdar dahi olması mümkün olmamıştır! Ki halen birçok insan, konuyla ilgili olanlar dahi, İsrail devletinin nasıl kurulduğundan bihaberdir. Bu yüzdendir ki, günümüzdeki birçok insan, köken olarak bizzat Nazizm ve benzeri düşünce yapılarından besleniyor olmasına rağmen, etnik varoluş kipleri karşısında dehşet verici bir ürperti ve korkuya kapılmak yerine, neredeyse derin bir saygı beslemektedir! Daha vahimi, bu varoluş kipini ve yaşama biçimini bir şeref ve haysiyet olarak addeden insanların sayısı gün geçtikçe artmaktadır!

İkinci Dünya Savaşı’nda olduğu gibi, geçtiğimiz hafta içinde İsrail devletinin Gazze’ye yardım götürmeyi amaçlayan gemilere yönelik ölümlerle sonuçlanan silahlı baskınını canlı yayında izleyen birçok insan da, yazık ki ilkesel hedefini ıskalayan bir duygusallığa kapılmaktan kendini alamadı. Yapılan zulüm ve şiddet karşısında elbette bu duygusallık da en az İkinci Dünya Savaşı’ndaki kadar kaçınılmaz olarak değerlendirilmek durumundadır. Fakat işte yine, bizzat bu kaçınılmazın (yaşanan duygusallığın) önüne geçilmediği müddetçe –ki geçilemeyecek gibi de gözüküyor–, bir kez daha kökenlerini Nazizm ve benzeri düşünce yapılarından alan etnik varoluş kiplerine ve bu şekilde yaşama biçimlerine geniş bir varoluş alanı açan inşaatların yapımına devam edilecek. Ve bunun sonucunda, ne yazık ki, sadece ve sadece tarafların yer değiştireceği, fakat yaşanan vahamette hiçbir değişikliğin olmayacağı yeni yeni birçok katliam ve vahşeti tekrar tekrar yaşayacağız!  Çünkü, ilkesel hedefini ıskalayan duygusallık geliştikçe, yani ölenlerin Yahudi, Müslüman, Türk, Kürt, Ermeni vs değil de, her birinin kendine has bir öyküsü ve yaşama motivasyonu olan, tek tek insanlar olduğu gerçeği göz ardı edildikçe, bu kanlı kısır döngü kendini defalarca tekrarlayacaktır. Ve yaşanan her vahamet sonrasında, her şeyin denetimini ve işlerliğini bütünüyle kendi elinde tutmayı amaçlayan kimi insanların, kendi kanlı yalanlarını gizlemek adına,  yalanların yaşamlarına neleri getirip neleri alıp götüreceğini göremeyen insanlar karşısında attığı nutuklarla baş başa kalacağız. (Sözgelimi, başbakanın diline doladığı altıncı emir “öldürmeyeceksin” der, fakat sekizincisi de “çalmayacaksın” diye devam eder.) Ve de, her yönüyle vahim bir durum olmasına rağmen, yaşanan katliam sonrasında, sırf bir katliam yaşandı diye şu soruları da göz ardı etmek mümkün değildir: 600 civarında aktivist bir araya gelip nasıl 2 milyon dolarlık bir gemi alabilmiştir, ve de bu miktardan çok daha fazlasına tekabül eden yardım malzemelerinin maddi kaynağı ne şekilde elde edilmiştir?

Tüm bu kötü tabloya rağmen, önceki gece bizzat İsrailliler’in yaşananlar karşısında kendi devletlerini protesto etmesi oldukça anlamlıydı. Yaşananlara karşı ancak böyle bir tepki, insanları etnik bir kâbusun içine itilmekten kurtarabilirdi. Fakat bu protestonun ne derecede zihinlerde yer ettiği ve bundan sonra da ne derece zihinlerde yer edeceğinden bir hayli kuşkuluyum.

Kendi adıma, yardım kampanyasına katılan eylemcilerin büyük bir çoğunluğunun düşündükleri gibi yaşadıklarına dair hiçbir kuşkum yok. Ve bu etik açıdan önemli bir kriterdir.

Evet, insanın düşündüğü gibi yaşaması, yaşama karşı etik bir tavır sergileyebilmek için çok ama çok büyük bir önem arz eder. İçi dışı bir olma durumuna işaret eden bir önemdir bu. Samimiyeti ve dürüstlüğü barındırır içinde. Riya ve yalandan uzak tutar insanı. Gelgelelim, yaşama karşı tam bir etik tavır sergileyebilmek için, insanın düşündüğü gibi yaşamasından önce, ne düşündüğü çok çok daha bir büyük önem arz etmektedir! Zira bir kişinin her bir düşüncesinin, bizzat yaşayacağı şeyin bir teminatı olabilmesi için (içi dışı bir olma durumu bunu zorunlu kılar çünkü), kişinin, düşünceleri arasında bir bütün ve tutarlılığın olması gerekir!


Bu yazı ilk olarak 7 Haziran 2010’da Başkent Gazetesinde yayımlanmıştır.