Perşembe, Ekim 23, 2025
Köşe yazısı

Yazarların saygınlığı


“Uykudayken ne yaptığını unutan diğer insanlar gibi bunlar da uyanıkken ne yaptıklarının farkında değiller.” (Herakleitos, s. 29)

Nihayet, henüz ne olduğu açıklanmayan “açılım” konusunda yeni bir aşamaya gelindi. Başbakan, şarkıcılar, tiyatrocular, sinemacılar ve radyoculardan sonra yazarlarla da bir araya geldi. Toplantıda, silik bir doktora öğrencisinin kendine ve yazdıklarına olan güvensizliğinden dolayı jüri üyelerine sunacağı tezinde bol bol jürideki hocaların eserlerine atıfta bulunması gibi, Başbakan da konu hakkındaki kendinin ve partisinin düşünce ve tasarılarını dile getirmektense, gönül almayı ya da gönül çelmeyi hedef alan, belli ki bürokratlarınca hazırlanmış, birçok yazar, şair ve yazanın yapıtlarından bol bol alıntılar içeren bir söylevle çıktı konuklarının karşısına. İlk bakışta, böyle bir söylevin yazarlar için yavan kaçacağını düşünüp, yazarların böyle bir söyleve karşı tepki vereceğini düşünen insanlar olabilir. Fakat toplantıya katılanların birçoğunun bu insanları yanılttığını vurgulamak gerek. Elbette katılımcıların içinde, bu “gönül alma/çelme” metoduyla hazırlanan söylevden ve “açılım” denen sürecin ya da projenin içeriğinden ya da içeriksizliğinden rahatsız olan konuklar da vardı ve bu konuklar Başbakana olan tepki ve düşüncelerini iletmekten çekinmediler. Fakat bununla birlikte bu söylevden öylesine etkilenmiş kişiler de vardı ki toplantıda, toplantı sonunda Başbakandan yepyeni şeyler öğrendiklerini bile söyleyenler çıktı aralarından (1). 

***

Bilindiği gibi, günümüzden çok önceki zamanlardan beri genel bir tutum olarak yazan insanlara karşı pek çok insan tarafından derin bir saygı beslenir. Öyle ki, daha tali olarak değerlendirilebilecek olan okuyan insanlara karşı da tarih içerisinde benzer bir saygı beslenmeye başlanmıştır. Gerçi çok zaman alaya alınan kaypak bir zemin üzerinde yer etmiştir bu saygı. Fakat yine de, burada başka hiçbir şekilde elde edilemeyecek olan bir statü söz konusudur. Okuyan ve yazan insanlara karşı ilgi gösterilir, onların düşünceleri ve fikirleri titizlikle dinlenir ve mümkün olduğunca onlarla ilişki içinde olunmak istenir. Bununla birlikte onlardan korkulduğu da olur, hatta çoklukla onların fikirleri ve düşüncelerinden zehirlenmemek için köşe bucak kaçılır. Gelgelelim, başka birçok şeyde olduğu gibi, burada da içi boş bir sıfata sırtını dayayan bedava bir değer/değerlendirme ilişkisi söz konusudur. Çünkü, tarihe baktığımızda yazan insanların çoğunun yazdıklarıyla değil ama, yaşadıklarıyla bu saygıyı hiç de hak etmedikleri görülür. Sözgelimi 20. yüzyılın en mühim filozoflarından sayılan Heidegger’in Nazi yanlısı olmasına tanık edeli hiç de çok zaman geçmedi. Türkiye özelinden söz etmek gerekirse, çok değerli romanların altına imza attığı öne sürülen Halide Edip Adıvar’ın da mandacılığı savunduğunu unutmayanlar muhakkak ki vardır.

Bu noktada toplantıyla ilgili olarak hayal kırıklığı yaşayan insanlar için işin esasına değinmek yerinde olsa gerek. Böylece hiç olmazsa, bu peşin ve bu yüzden de pek anlamsız saygının boyunduruğu altında yaşamaktan bir nebze olsun kurtulabilinir sanırım.

İlk olarak, tarih boyunca yazarların içinde bulundukları çağın olaylarına karşı gösterdikleri duyarlılıkların, söz konusu toplantıdaki gibi çoklukla hayal kırıklıklarıyla dolu olduğunu bilmek gerekiyor. Her ne kadar, saygı denen şey bir insanın fikir ve düşüncelerine değil, öncelikle ve esas olarak, bir insanın yaşayışına ve duruşuna karşı gösterilen bir tutum olsa da, insanlar tarafından bu denli üst düzey bir saygıya layık görülen yazarlar arasında, belirli ilkelerle yaşamayı seçen ve tanık olduğu olaylar karşısında belli bir duruş noktası belirleyenlerin sayısı yok denecek kadar azdır tarihte. Ve günümüzde de öyle.

Oysa, yazarların eleştirel bir göz olması, konulara ve olaylara kimsenin bakmadığı bir açıdan bakması beklenir çoklukla. Bu eleştirel göz, belli bir değerler silsilesine ya da kimi ilkelere körü körüne bir bağlılık olmadığı gibi, olan biten her şeye karşı peşinen gösterilen yavan bir muhaliflik de değildir. Bitmek tükenmek bilmeyen bir sorgulamanın, daima içinde bulunulan durum ve konu özelinde, bununla birlikte yine daima bir bütün olarak kavranan bir zeminde asla yılgınlığa düşmeyen dinamik bir sorgulama, düşünme ve yaşama biçimi belirleme etkinliği içinde görülmek istenir o. Çoğu hiç de öyle olmasa da bir entelektüel olarak bakılır ona. Yani entelektüel bir birikimle entelektüel bir üretim arasında bulunan keskin ayrım çoklukla göz ardı edilir ya da ıskalanır. Şunu belirtmek gerek ki, entelektüel bir birikime sahip olan pek çok insan, entelektüel bir üretim gerçekleştiremez ve benzer şekilde entelektüel bir üretimde bulunan pek çok insan da entelektüel bir birikimden yoksundur. Genel olarak sanıldığının aksine, okumak ve yazmak bir kişi bünyesinde asla bir bütün oluşturmak durumunda değildir. Ki çoklukla oluşturmaz da. Bu anlamda, okuyan insanların çoğunun kalem kullanmasını bilmediği gibi, yazan insanların çoğunun da, okumadan ve araştırmadan çok uzakta, hatta belli bir entelektüel birikim düzeyinden çok çok aşağılarda kör kütük birer cahil olduklarını vurgulamak gerek. Nitekim söz konusu toplantı vesilesiyle bir kez daha belgelendi ki, yazarlara karşı peşinen bir saygı beslemek için hiçbir sebep yoktur. 

Referans ve notlar:

Herakleitos; Fragmanlar; çev. Cengiz Çakmak; Kabalcı yay., İstanbul, 2005; fragman 1, s. 29

(1) Bu hususa yönelik olarak, toplantı sonunda Başbakanın “zihinleri açacak biçimde” kendilerini bilgilendirdiğini belirten Hilmi Yavuz’un, “Aslında bu toplantı bir başka açılım anlamına geliyor. O da zihinsel açılım. Gerçekten bu toplantı hepimiz için zihin açıcı oldu” diye konuşması örnek olarak verilebilir (bkz. 18 Nisan 2010 tarihli herhangi bir ulusal gazetede, konuya ilişkin haberler). Ve bilmeyenler için çoklarınca bir şair olarak tanınan Hilmi Yavuz’un bir süre hukuk eğitimi aldığı, Londra Üniversitesi Felsefe Bölümü mezunu olduğu, vaktinde Ali Hikmet mahlasıyla Cumhuriyet, Milliyet ve Yeni Ortam gazetelerinde yazdığı, şu an itibariyle de Zaman gazetesinde yazmakta olduğunu belirtmek gerek.


Bu yazı ilk olarak 19 Nisan 2010 tarihli Başkent Gazetesinde yayımlanmıştır.


Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir