Perşembe, Ekim 23, 2025
Köşe yazısı

Öylesine yaşayanlar


Nedendir bilinmez, kimi insanlar belli bir yaşa geldikten sonra, her konu hakkında bir fikir ya da bir deneyim sahibi olup çıkıverirler. Çok bildik bir yaşamı yaşamalarına karşın, nasıl olduysa, bir ermiş gibi konumlanmaktan alamazlar kendilerini. Artık ne öğrenecekleri bir şeyleri kalmıştır, ne de yaşayacakları başka bir deneyim. Kendilerine sunulan yaşamın/yazgının tümünü harfi harfine içine çekmiş olmanın garip ve saçma erdemiyle gizli gizli övünür dururlar. Bununla da kalmazlar üstelik, yaşamı her yönüyle bildiklerine dair olan derin inançlarından ötürü, kendilerinden yaşça –ve onların algısıyla yaşamca– küçük olan insanlara karşı da sürekli bilgiçlik taslarlar. Derler ki; “Ben de yaşadım senin yaşadıklarını, senin geçtiğin yollardan ben de geçtim… vs. vs.” Yani, yaşam öyle bir şeydir ki onlar için, birileri gelir birilerinin yerini alır, ve sonra, bu birilerinin yerini de başka birileri alır. Ve böylece, daima bir ve aynı olan yaşam, başka başka birilerince aynı şekilde yaşanır gider.

Kuşkusuz, yaşlandıkça yaşadıkları sıradan deneyimler yüzünden, sıradan dünyaların içinde, kendine ve başkalarına karşı nerede nasıl davranacaklarını ezberlemiş bir haldedirler. Ezbere bir yaşamı yaşamış olmanın verdiği yakıcı eziklik yüzünden, kendilerini, yani boşa harcanan anlamsız bir yaşamı, aklamak ya da unutmak için, gençliklerinde hiçbir özelliğini taşımadıkları bir karakter ve mizaca sahip oluverirler. Tüm yaşamlarını, bir duman gibi, sözgelimi, bir sigara dumanı gibi, gayet belirsiz, rastgele, şeffaf bir hareketlilik içinde geçirirler. Bu yüzden, ellerinde tutabilecekleri keskin ve katı ilkeler söz konusu değildir. Olası bir dış etkenle karşılaştıklarında, derhal saf değiştiriverirler. Darma-duman olurlar. Bu yüzden de, her şeye ve herkese karşı daima uzaktadırlar. Bilgiçlikleriyle birlikte bu şekilde uzaktan uzaktan bol bol öğüt verirler. Bol bol konuşurlar. Fakat, bu öğütlerinde ve konuşmalarında dile getirdikleri yapılması gerekene yönelik bir soru karşısında, her seferinde başka bir gerekçe göstererek defalarca çelişmekten çekinmezler. Bilinç denen şey, öyle bir şekilde yer etmiştir ki zihinlerine, şu anları içinde kullandıkları her ifadenin, savundukları her fikrin, somut olarak yaşadıkları ve yaşamakta oldukları yaşamın içinde hiçbir yeri yoktur, ve korkarım hiçbir zaman için de bir yeri olmayacaktır.

Bir de kendi dile getirdikleri doğruları, başkalarından duydukları an kapıldıkları tuhaf bir korku söz konusudur. Dile getirmek dışında hiçbir eylemlerinde sahiplenmedikleri bu doğrular karşısında ezilip büzülüverirler hemen. Ve ne tuhaftır ki, ve de nasıl bir rezalettir ki, bizzat kendi doğrularının karşısında bir yaşamı yaşamalarına karşın en ufak bir rahatsızlık duymazlar. Üstüne üstlük, sanki bir değil de iki adet kendileri varmış gibi, bizzat kendilerinden söz edildikleri anda bile işin içinden çıkmayı başarıverirler. Nasıl mı? Tanıdığı bir karakterin bir öyküsünü kaleme alan bir yazar düşünün. Yazar, öyküsünü tamamladıktan sonra, ilk olarak bu tanıdığına gösteriyor. Tanışı, oldukça enteresan bir coşkuyla karşılıyor öyküyü: “Nasıl da iğrenç, kişiliksiz, ikiyüzlü bir karakter yaratmışsınız böyle” diyor. İşte, bizzat kendi yaşamının, kendi öyküsünün rezaleti karşısında gözlerini kapayıp, kulaklarını tıkayıvermenin getirdiği zehirli bir konfor. Seyirci koltuğunda, olup bitene öylece bakan biri gibi, kendi yaşamına, kendine öylece bakmak. Ezbere yaşanan bir hayatın ezberini bozmamak için her tür ahlaksızlığa boyun eğmek ve ahlaksızlardan biri haline gelmek… vs.

İnsanlığın, bir insanın, doğru yerine yanlışı seçmesi için, nelerden vazgeçebileceği üzerine biriken deneyimleri giderek daha ürkütücü bir hal alıyor. Ve giderek, daha berbat bir dünya elbirliğiyle inşa edilmeye devam ediliyor.


Bu yazı ilk kez 22 Mart 2010 tarihli Başkent Gazetesinde yayımlanmıştır.