Perşembe, Ekim 23, 2025
Köşe yazısı

Kabalıklar ve kalabalıklar


Annesi Pierre’e sitemli bir şekilde sorar: “Pierre, küçük kız kardeşini düşünmeden pastanın tümünü nasıl yersin?” diye. Pierre, parlak zekâsını kullanarak yanıtlar annesini: “Nasıl olur, hep de onu düşünüyordum anne. O gelmeden önce pastayı bitirmek için öylesine acele ettim ki!”

Elbette yukarıdaki Fransız fıkrası gibi sevimli sonuçları pek olmaz kabalıkların. Genelde itici, can sıkıcı ve sinir bozucu sonuçlara gebedir kabalıklar. Gelgelelim, gün geçtikçe, yaşamın ve yaşayanların fevkalade bir hıza koşulduğu bu çağda, her şeyi belirlemek için, üretimi her gün yeni baştan yapılan bir yaygara kültürü egemen kılınıyor. Bu kültür içinde, en gözde olan şeyler, söz konusu olan konu her ne olursa olsun, en uç noktada olan, derhal sınır durumları hedef alan yapılara dokunmak, onlara ulaşmak, onları yok etmek ve tüketmek üzerine kuruluyor. Samimiyet ya da içtenlik, “senli benlilik” denen, ilişkinin içinde yer alan kişileri, kişiselliklerinden sıyırıp derme çatma, abes ve saygısız bir paydada eritmek olarak algılanıyor.

Kabalığın kalabalık bir hal alması, üzerinde yaşanabilecek tüm değer zeminlerini yok ediyor. Giderek ettiği küfürleri şiirsellik olarak değerlendiren, dahası bu hususta etrafındaki kişiler tarafından onay gören insanların sayısı artıyor. Neredeyse, tüm noktalama işaretleri yerine, dildeki bütün vurguları küfürlerle karşılamaya çalışan bir topluluk oluşuyor. Dünya giderek daha bir erkekleşiyor ve de erkekleştiriliyor –yani penisin titreşimlerine indirgenen bir yaşama motivasyonu her şeyin yerini almaya soyunuyor. Ve bu sürece erkeklerle birlikte birçok “kent kadını” da eşlik ediyor. Yitirilen dilsel hassasiyetler ve dünya yüzeyindeki hemen her dile karşı baltayla hücum eden İngilizce ve Amerikancanın “siz” yerine “sen”i yerleştirmesi (bilindiği gibi İngilizce ve Amerikancada “siz” ve “sen” ayrımı doğrudan bir şekilde yapılamaz), insanların en basit karşılaşma durumlarından en karmaşık ilişkilenme şekillerine değin belirli bir hassasiyet ve duyarlılığı gözetmesine yarayan hitap şekillerini gün be gün katlediyor. Hitapların yerini alan, aceleci ve çoklukla da ezbere sarf edilen yılışık espriler, gündelik konuşmalarda sohbet yerine içi boş, insana sürekli olarak bir şişkinlik ve hazımsızlık veren diyalogların artmasına neden oluyor. En basit ifadesiyle, insanların çoğu, “geyik muhabbeti” dışında konuşamaz bir hal alıyor ve deyimin gerçekliğin yerini almadaki ısrarı sonucunda, etrafı insanlardan çok “geyikler” kaplamaya başlıyor.

Artık, konulu bir sohbet yapabilen ya da bir konu üzerine konuşabilen insanların toplum içindeki sayıları vahim bir orana karşılık gelmektedir. Bu da, insanların dili, abur cubur tüketir gibi tüketmelerine sebep veriyor. Kalabalıklar kabalaşıyor. Esas itibariyle bir üretim mekanizması olan, insanı ve insanları bir arada tutarak, birlikte eylemeye, yaşamaya ve varolmaya iten dilin yerini kaba saba ses yığınları alıyor. Bununla birlikte insanların fazlaca güldüğü, tebessümlerin yerini kahkahaların aldığı bir dönem de yaşanıyor. Fakat, bir insan sesinden çok, çeşitli hayvan seslerini anımsatan bu kahkahalar, neşeli ve eğlenceli bir hayattan alınan lezzete işaret etmiyorlar. Aksine, yaşanan ve yaşanmakta olan bir rezaletin derhal örtbas edilmesi adına, güçlükle ve hastalıklı bir şekilde atılıyor bu kahkahalar.

Kabalaşan kalabalıklar, tenha olana da tecavüz ediyor. Herkesin birbirinden nefret ettiği, birbirini gırtlaklamamak için saçma sapan ritüellere başvurulan sosyete mekânlarındaki gibi, hemen her yerde herkes boyun eğebileceği, kendini yaşadığı asap bozucu rezaletin içinden kurtarabilecek bir ritüel arıyor. Kısacası, sözcük dağarcığında tecavüz ve şiddet kavramları bulunmayan, bununla birlikte her gün yeniden ve yeniden zorla ırzına geçilen bir kadın gibi yaşayıp gidiyor insanlar. Ne yaşadığına ve de neden yaşadığına dair hiç düşünmeden, dahası düşünmeyi bile istemeden…


Bu yazı ilk kez 29 Mart 2010 tarihli Başkent Gazetesinde yayımlanmıştır.