Fabrikalarda ve tarlalarda insan gücünün yerini makinelerin alması gibi, bir bütün olarak yaşamda da insanların yerini makineler alıyor. Sözde hiç eksik olmayan bir telaşın içinde yaşamaya koşulan bu makineler, ederi oldukça fazla olan bir ücret karşılığında edindikleri konforun verdiği sarhoşlukla, ya da bu konforu elde etmek adına bitmek bilmeyen hesaplar yapıyorlar.
Çeşit çeşit hesaplar söz konusu. Şöhretin hesabı, duyguların hesabı ve ne işe yaradığını hiç bilmedikleri, çoklukla da hiçbir işe yaramayan eşyaların mülkiyet hesabı…
Bazıları, öyle bir hayatı yaşamaya başladılar ki, sanki bir insan değil de farklı bir tür olarak bulunuyorlar artık dünyada. Üzerlerine biçilen kimliğin –tabii bir kimlikleri söz konusuysa şayet– gerektirdiği şey neyi emrediyorsa onu yapmaya odaklanmış bir haldeler. Farklı farklı oyunlar oynuyorlar. Ve oynadıkları bu oyunlar içinde ne denli ustalaşırlarsa o denli güçlü hissediyorlar kendilerini.
Keskin ve enikonu üzerine bir yaşamın adanacağı hiçbir niyetleri yok, basit bir değiş tokuş ya da pazarlık sonucu elde edilemeyen hiçbir amaca sahip değiller. Esasta seyreden sürekli bir aynılığın içinde değişen görüntüler altında, ölene dek, ölüm hiç gelmeyecekmiş gibi, bir ölümsüzmüşçesine yaşayıp gidiyorlar. Bu şekilde, sürekli bir erteleme üzerine yaşamalarına karşın, bir an gelip her şeyden sıyrılıp gitme isteği de bulunuyor bedenlerine. Gelgelelim, oyunlar içindeki rollerinden, hesap-kitaplarından yoruldukları böyle bir an gelse bile, söz konusu bu an gelene dek kemikleşmiş bir alışkanlığa dönüşmüş olan yaşama biçimlerinden sıyrılıp kopamıyorlar asla. Haliyle bu akış içinde, tek bir şeyden korkuyorlar: yaşlanmak. Daima, bir gençliğin zindeliğini gerektiren bu girdabın içinde sürüklenip giderken, yaşlanmaktan korkarlar hep. Çünkü, yaşlandıkça güçleri azalır, oyunlar içindeki rollerine göre kılıktan kılığa girme meziyetleri, yaş aldıkça, zaman bir madde olarak bedenlerinin üzerinden geçtikçe yok olmaya yüz tutar. Ve yeri geldiğinde, iyi niyetli, cesur, mağrur vb gibi kılıklara girebilen bedenleri gerçek yüzlerini gizleyemez olur. Yaşlanana dek bir maske olarak taşıdıkları yüzleri, yaşlılıklarıyla birlikte çöker. Fakat, bu oluşlarını kırmanın, bu oluşları içinde onları kınamanın da hiçbir karşılığı yoktur. Ne de olsa, ne zaman ve nereden geldiği hiç belli olmayan –ya da açık-seçik bir hırsızlığın ürünü olan lüksle donatılmışlardır çoktan. Yaşadıkları mekânlar bir mabede dönüştürülmüştür. Bu mabetlerinin estetize edilmiş görünüşleriyle beklemektedirler ölümü, kendileri tarafından değil de, estetik mühendisleri tarafından konuşlandırılmış görünüşlerle. Bu yüzden, yaşamın içinde bulundukları zaman dilimi içinde hiçbir gerekliliği kalmayan, bir iş görüşmesinin, neden söz edildiğini bilmediği bir konferansın, bir bilmem ne yararına yapılan toplantının, ya da hoş ve lüks bir akşam yemeğinin olmadığı bir gün onlar için ürkütücü bir boyut taşır. Bu tarz zorlama etkinliklerin olmadığı bir günde kendilerini bir hiç olarak duyumsamaya yazgılandıklarından, ölümüne dek asla bitiremeyeceği bir servet elde etmesine rağmen her sabah iş yerinin başında bulunan bir patron olarak görebilirsiniz onu, ya da evinde, yaşamının geri kalan süresi boyunca her gün bir düzinesini boynuna takabilecek çeşitlilikte mücevherata sahip olmasına rağmen, halen bir mücevher dükkânında kendine artık hiçbir yeniliği olmayan yeni bir takı seti alan bir züppe, zengin kadın olarak da karşılaşabilirsiniz onunla –çünkü yaşamlarında düzmece olmayan tek şey sahip oldukları bu eşyalar ve servetleridir. Daima telaşlı gözükmeye özen gösterdiklerinden, yaşlılıklarında gerçekten de telaşlı bir insan olur çıkarlar. Üzerlerine tatsız bir dalgınlık düşmeye görsün, hemen zihinlerine yer eden aşılmaz sorular, tüm yaşamlarını kaçınılmaz bir sona ertelemeye çabalamalarına rağmen yanı başlarında duran ölümün dehşetiyle karşı karşıya kalmış bir halde, anlamsızlığın verdiği gerçek acının tüm rollerini ve oyunlarını darmadağın ettiği bir sahnenin içinde, son nefesini vermek için dilenir bir halde görürsünüz onları.
Ölümün gerçekliği, hayatın anlamını değil ama, anlamsız yaşanan bir hayatın tüm izlerini yok eder.
- Stanislaw J. Lec (1990); Hayır Aforizmalar; çev.: Mehmet Aşçı, Sait Eroğlu; İstanbul: Ayrıntı Yayınları. Yazının başlığı bu eserden alınmıştır (s. 58).
Bu yazı ilk kez 15 Şubat 2010 tarihli Başkent Gazetesinde yayımlanmıştır.