Perşembe, Ekim 23, 2025
Köşe yazısı

İzleyici ahlakları


Zihninizde, evinde dışarısını seçik bir açıyla görmeye yarayan bir odanın penceresinin önündeki iskemleye yerleşmiş bir senarist imgesi canlandırın. Elinde kalemini ve defterini hazır bulunduran ve ölüm ve öldürmek üzerine bir film senaryosu yazmayı tasarlamakta olan bu kişi için fevkalade bir olay gerçekleşir: Pencerenin önünde uzanan sokakta bir çocuk görünür ilkin, önce sağa sonra sola bakar çocuk. Ve birdenbire yere yığılır. Çocuğun yere yığılmasından önce bir silah sesi duymuştur senarist. Çocuk sendeleyerek ayağa kalkmaya çabalamakta ve sol omzundan kan boşanmaktadır. Nihayet çocuğun arkasında eli silahlı bir adam belirir. Ayağa kalkmayı başaramaz çocuk, eli silahlı adam çocuğu eline kan bulaşmaması için sağ omzundan yakalar ve sol omzundaki acısını noktalar. Senarist, bu vahşetin senaryosunu yazmaya başlamıştır bile. Senaristin önündeki pencereyle çocuğun öldüğü yer arasında sadece birkaç metrelik bir mesafe vardır.

Ait olduğu coğrafyadan alınıp getirilerek, bir hayvanat bahçesine kapatılmış, ve bu ait olmadığı ortamda yaşamını devam ettirebilmesi için daima birilerinin verdiği gıdalarla beslenen bir hayvan gibi, günümüz insanı da ait olduğu gerçek evrenden koparılarak, daima gerçek-olmayan-gerçeklerle hayatta tutulmak için beslenmektedir. Bununla birlikte, bu zorlamaya karşın gerçek evren varlığını sürdürmeye devam ediyor ve gerçek olaylar da sürüp gidiyor. İşte bu noktada, olay toplayıcılar, vuku bulan her gerçeği hemen bir izlenceye dönüştürüyor. Her şey sinematografik bir kurgunun içine hapsediliyor. Bu durum,  belirli insanların somut olarak yaşadığı bir savaşı, evinde televizyondaki bir haber programından takip eden bir kişinin konumlanışına işaret eder. Bu kişi, söz konusu savaşın gerçekliğini ilginç bir filmi takip eder gibi takip emektedir. Ve bu ilginç seyri esnasında, daima kendisinin orada (savaşın olduğu mahalde) değil de evinde, rahat iskemlesinin üzerinde oturmakta olduğunu duyumsamaktadır. Bu yüzden, izlemekte olduğu trajik filme bir ara vererek kendisine bir çay yapabilir. Çünkü her gerçek, bizzat olduğu andan itibaren bizzat onun için senaryolaştırılmakta, derhal bir kurgunun içine yerleştirilerek izlenebilir bir görüntü ve söz akışına dönüştürülmektedir. Bu kişi için, yaşamak ve izlemek eylemleri paradoksal bir zemin üzerinde eşitlenmekte, aynılaşmaktadır. Yukarıdaki senarist, öldürülen çocuğu bir öykü karakterine dönüştürürken olayın dışında kalan bir anlatıcı olmanın konforunu yaşar. Evinde televizyonu karşısında savaşı seyreden bu kişi de, savaştakilerden biri olmamanın korunaklığını çayından aldığı yudumlarda yaşar.

Her olay, izlenmeye değer ve izlenmeye değer olmayan arasındaki bir ayrıma indirgenmektedir. Öyle ki, yukarıdaki çocuğun öldürülüşüne benzer hemen her olayda emniyet ekipleri ve ambulanstan çok önce haberciler beliriverir. Tek tek kişilerin olaydan yoksun bir hayata mahkûm edilişinin şiddeti arttıkça, bir zamanların sistem bekçileri olan özel kolluk kuvvetlerinin yerini olay toplayıcı kuvvetler alıyor. Somut olarak olup biten her şeyi, yeni bir biçime sokarak bir izlenceye dönüştüren haber dünyasının yanı sıra sanatta da benzer bir değişim yaşanıyor. Sözün, anlatının ve öykülerin yerini, izlenebilirlik alıyor. Sinemanın giderek pek çok sanatın yerini almasının esas sebebi de zannedildiği gibi gelişen teknolojik alt yapıdan çok, bu izlenebilirlik kriterini en çok sağlayan şey olmasında yatar. Önünde olup biten vahşet karşısında, zehirli bir haz duyumsayan yukarıdaki senarist gibi, hemen her insan, izlemenin ve olup bitenlere müdahil olmamanın konforunu yaşamak için birbiriyle yarışıyor/yarıştırılıyor.

Yukarıdaki senaristin öyküsünü yazması için geçen süre birkaç saattir. Pencereden dışarı atılıp çocuğu kurtarmaya çabalaması için gereken süre ise birkaç dakika. Televizyon karşısındaki kişinin izlemekte olduğu savaş aylardır sürüp giden bir savaştır. Kişinin televizyon karşısında bu savaşı seyretme süresi ise birkaç saattir. Aradaki bu zaman farkları önemlidir. İzlenebilirlik kriteri, gerçekte olup bitenin ancak ve ancak noktasal bir parçasına izin verirken, izletmek için harcanan sürenin izlenen gerçekten çok daha fazla bir zamana karşılık gelmesi, incelenmesi gereken bir konudur.

***

İzleyiciyi mahveden şey, izleme ediminin hiçbir özgünlüğünün olmamasıdır. Evet, izlemenin hiçbir özgünlüğü yoktur. Ve özgünlükten yoksun olunan her anda, insan denen varlık aynılaşmaya mahkûm olur ve aynılaştıkça başka varlıklardan ayırt edilemez bir hal alır. Bu bir silinme halidir.

Aynılaşmakla birlikte, yaşamın akışı içinde önem algısı giderek değişir ve dönüşür. Kimdir izleyici? Denebilir ki izleyici kendini bir kendi olarak algılamaya başladığı ilk anlarda, neyi ne şekilde yaşadığını önemseyen bir varlıktır. Bu süreçte kendi kendini izlemektedir. Daha sonraları bu algı yerini, neyi ne şekilde ne zaman yaşadığına bırakır. Bu süreçte de kendi kendinin izleyicisi olduğu kadar, kendini izlettirme çabası da söz konusudur ki, bir yandan da ileride kendini izlettirebileceği hiçbir şeyin kalmadığı anlar için, bu süreçte elde ettiklerini birer anı olarak depolar. Böylece, sözgelimi vaktiyle yaşadığı bir rezaleti, gülünç bir hikâyeyi anlatır gibi anlatan bir insan olarak görebilirsiniz onu. Daha sonra da, neyi ne zaman izleyip, nasıl düşündüğüne dönüşür bu algı. Ve en nihayetinde, artık sadece neyin izlendiği dışında hiçbir önemin kalmadığı bir algı hâkim olur izleyicinin bünyesine. Her aşamada belirli bir izleyici olmanın verdiği bir ahlakın taşıyıcısı konumuna yükselir. Hiçbir düşüncesinin, hiçbir varoluşunun ve hiçbir yaşama tavrının bütünlüğü yoktur onda. Yani her şeyde olduğu gibi ahlaki tutumlarında da yarım yamalaktır. Bazen akla uygun olan kimi fikirleri, herkesçe kabul gören yaygın görüşlerden hareketle elde etmenin de mümkün olması gibi, yani sözgelimi atasözlerinin bir bütün olarak ele alındığında ortaya muazzam bir çelişki haritası çizmesi gibi, bu konumunu sürdürebilmesine her durumda bir olanak sağlayan, kısacası yaygın görüşlerden hareketle A-olana olduğu kadar A-olmayana ulaşmak için de her daim yeterli bir zemin ve elverişli bir toprağın bulunduğu bir dünya üzerinde yaşamını sürdürür o.

Basit bir aşk oyununda, aşığın aşkına konu olan kişiye, kendi meziyetlerinden hiçbir şekilde söz etmeyip, daima kusur ve eksikliklerini anlatması gibi, ilgi çekmek adına kendini bir kötü olarak takdim etmesi sırasında kullandığı ikiyüzlü strateji izleyicinin başlıca yaşama tavrıdır. Biliyordur ki, ya da izlettiriciler tarafından benimsetilmiştir ki, bir izleyici olarak varolmanın tek koşulu, her durumda ve konumda ilginç olmaktır. Ve ilginç olan her şey kötü, eksik ya da kusurlu olandır. Sözgelimi dinlerde, ilginin tanrı yerine peygamberlere yönelmesinin sebebi de burada yatar. Çünkü tanrı kusursuz olandır, dolayısıyla hiçbir ilgiye nail olmayan bir varlıktır. Peygamberler ise, o denli meziyetleri olmasına rağmen yine de çeşitli kusurlar barındırır bünyesinde. Böylece insanlar daima birilerinin meziyetleri yerine, eksikliklerine yöneltirler bakışlarını. Sözgelimi, büyük bir yazarın büyük bir eserini okuyan basit bir okuyucu, o yazarın yaşamöyküsü içindeki basit tutarsızlıkları görmek ister hemen. Ve denir ki, o kişi bile böyle davrandıktan sonra, benim yaptığım bu basit ahlaksızlar nedir ki? İşte kritik ahlak ilkesi budur. Yaptığı, ettiği her şeyi başkalarının, hem de pek kusursuz gösterilen başkalarının, kusurları üzerinden kendini aklamaya çalışır. Nispeten hatırı sayılır bir okuyucuysanız, en az sizin kadar okuma yazma bilmesine rağmen “Ben sizin gibi çok okuyan biri değilim” cümlesiyle muhakkak karşılaşmışsınızdır. Ya da, okuldaki bir dersinin sınavında başarısız olan bir öğrencinin “Ama, bütün sınıf çok başarısızdı” dediğine. İzleyici ahlakının, bu baş edilmez referans noktaları, daima kendini aklayan bir zemin yaratır. Zamanı bölümleyerek, aynılaşmanın, aynı kusurları barındırmanın, aynı ahlaksızlıkları yapmanın, aynı düşünceleri taşımanın başka bir savunusu yapılamaz çünkü. Çünkü, izleyici olmak demek, izlenmek için didik didik edilen, bir senarist tarafından özenle hazırlanan “Seni değil, ama başkasını anlatıyorum” savıyla korunaklı bir bölgede, sözgelimi bir iskemlede bulunmanın konforunu yaşatan, her daim uzakta olunan bir noktada olmak demektir. Başkalarının hikâyeleriyle, kendi hikâyesizliğini bir hikâyeye dönüştürmek demektir. Tüm bunlara rağmen denebilir ki size:

“Öyleyse, değişik bir izleme tarzı benimseyin; sakin, sessiz, öfkeli ve nefret dolu bakışlarınızla, sözde büyük fedakârlıklar göstererek, olan bitenin size en ufak bir noktadan değmediği, herkesten daha dürüst ve ahlaklı olduğunuzdan tek bir an bile kuşkuya düşmediğiniz yeni bir iskemle edinin kendinize. Ve tekrar tekrar usanmaksızın, nasıl iyi yürekli, ahlaklı bir insan olduğunuzu kanıtlayın herkese. Ve “herkes” olarak adlandırılanlardan biri olarak herkes tarafından onaylanın. Ve kendiniz dışında geri kalan herkesi onaylayın. İzlemeye devam edin!”

Böylece bir izleyici olmanın kısırdöngüsüne bir kez daha dönebilirsiniz, ya da, üzerinde yürüdüğünüz toprağın bir rüzgârdan ibaret olduğu, bu rüzgârın ılık esintilerle çiçekleri, otları, kimi küçük ağaçları salladığı ve zayıf kanatlı böceklerin bile korunaksız kaldığı bir gerçeklik içinde kirpiklerinizin titrediği nefesini yoğurmuş bir hamur gibi, kan ve kemiksiz bir “belkisiz” olarak da yaşayabilirsiniz.


Bu yazı ilk kez 25 Ocak ve 1 Şubat 2010 tarihli Başkent Gazetesinde iki bölüm halinde yayımlanmıştır.