Kendine bakma ve kendini görme durumunun yarattığı şaşkınlığın, kendini tanıma ve kendini kavramada arz ettiği önem nedir? Sözgelimi, konuyla ilgili bilinen ünlü öykülerden biri olan, eski Yunan mitolojisindeki Ekho’nun aşkına karşılık vermemesinden ötürü tanrıçalar tarafından cezalandırılan Narkissos’un, su yansısında gördüğü kendi siluetine tutkuyla bağlanmaya yazgılanması ve bu cezayla birlikte ölüme sürüklenmesi ne anlam ifade etmektedir?
Elbette Melchior-Bonnet’nin belirttiği gibi tarihi, aynalar öncesi ve aynalar sonrası diye ikiye ayırmak pek de mümkün değildir (s.23). İnsanlar en eski çağlardan bu yana, kendi suretini görebilmek için işine yarayabilecek hemen her nesneden yararlanmıştır. Bununla birlikte kendine bakma, kendi yüzünü ve bedenini görme durumu, tarih içerisinde daima çeşitlenerek ve bir anlamda gelişerek, insanların kendini tanıma ve ayırma olgusuna, kısacası bir “ben” bilinci oluşturma şekline garip müdahalelerde bulunmuştur. Gerek bazı hayvanlar üzerinde yapılan deneyler, gerekse kimi folklorik öyküler bu durumun şaşırtıcılığına dair oldukça çarpıcı veriler oluşturur. Mesela, Koehler ve Gallup’un şempanzeler üzerinde yaptığı bir deneyde, burnuna kırmızı bir boya sürülen şempanze, aynadaki görüntü karşısında elini burnuna götürerek, görüntünün kendine ait olduğundan emin olur. Ancak ilginç olan, aynı deney, doğumundan itibaren tek başına yetiştirilen ve hiçbir şempanzeyle temas ettirilmeyen bir şempanze üzerinde yapıldığında sonuç aynı çıkmaz, şempanze görüntünün kendine ait olduğunu kavrayamaz (s.19’a dipnot)! Felsefi bir öyküde ise ayna karşısındaki konumlanma çok daha açıklıkla ifade edilir: “Bir filozof, doğar doğmaz aldığı iki çocuğu bir mahzende büyütür; bu çocukları toplumdan uzak tutar ve tepkilerini inceler; bir gün bir sepet içinde bir ayna getirir onlara. Şaşıran çocuklar önce birbirlerinin yüzünü tanıyarak kendilerini tanıyabilirler” (s. 18’e dipnot).
Her yanı görüntülerle kaplanmış, aynaların, fotoğrafların, videoların içinde yaşamaya ve canı istediği her an kendine bakıp kendini görmeye alışmış bugünün insanı için, Melchior-Bonnet’nin kitabın başında sorduğu soru da bir hayli merak uyandırıcı: “Aynaların yardımı olmadan, özellikle başkalarının bakışları aracılığıyla tanınan bir yüzle, bir bedenle nasıl yaşanıyordu? Yüzünü ilk kez gören birinin şaşkınlığı hayal edilebilir mi?” (s. 16)
Sorun şu: Aynaya baktığımızda neyi görürüz? Ve gördüğümüz bu görüntü bize ne anlam ifade eder? Yanıt olarak, “Tabii ki, kendimizi görürüz” diye hareket etmek, kullandığı dilin içinde bulunan sözcüklerin oldu olalı birer gerçek olduğunu sanan cahil bir kavram realisti konumuna düşmek olur. Çünkü, “kendi” sözcüğü insan dillerinin içine oldukça geç bir çağda yerleşmiştir –tıpkı, dildeki soru kiplerinin oldukça geç bir çağda ortaya çıkması gibi. Şu halde, bu durumun işaret ettiği esas, kendi denen şeyin, doğrudan doğruya karşılaşılabilen bir şey olmadığıdır. Her ne kadar, aynalarla yaşamaya alışmış bir çağın içerisinde olsak da, aynada gördüğümüz görüntünün ilk ifadesi olarak kendimizi değil de, ötekisi olmayan bir ötekini gördüğümüzün bilincine varmak gerekiyor. Yani ancak bir dolayım üzerinden kendimize ulaşmaya yazgılanmış varlıklar olarak “öteki olmayan öteki”yi “ben” ya da “kendi” olarak algılıyoruz. Neticede, Narkissos’un sudaki siluetine olan tutkusu, kendine değil, “öteki olmayan öteki”ne yönelmiş bir tutkudur. Ve bu yüzden deneydeki ikinci şempanze, yaşamında hiçbir öteki olmamasından ötürü, aynada gördüğü görüntüyü ancak bir öteki olarak algılayabilmektedir ve “öteki olmayan bir öteki” olarak asla kendine ulaşamamaktadır. Filozofun öyküsündeki durum ise, en çarpıcı olanıdır; kendimizi ancak bir başkası aracılığıyla kavrayabiliriz.
Tüm bu sonuçlar gösteriyor ki, aynalar, sanıldığı gibi sadece kendimizi görmemize yarayan birer araç olmaktan çok öte bir anlam ifade ediyor. Ve bu ifade de şudur: Bir “ben” ve “kendi” olabilmek için daima birlikte hareket etmek ve birlikte yaşamak zorundayız.
Yarın aynalara daha dikkatli bakın.
- Melchior-Bonnet, Sabine (2007); Aynanın Tarihi, çev. İsmail Yerguz; Ankara: Dost Kitabevi Yayınları. Yazıdaki tüm alıntılar bu eserden yapılmıştır.
Bu yazı ilk kez 11 Ocak 2010 tarihli Başkent Gazetesinde yayımlanmıştır.
