Jean Paul Sartre, savaş döneminde tuttuğu güncelerinin bir yerinde, Fransızların kendi ülkelerini ayrı bir evren olarak algıladıklarından söz eder. Tarihsel açıdan bakıldığında, dünya tarihine bu denli yön vermiş bir toplumun üyelerinin bu algıyla yaşamasının çeşitli gerekçelerinden söz edilebilir kuşkusuz. Benzer bir durum Ruslar, Almanlar, İngilizler vs için söylenebilir haliyle. Fakat bu tür bir algı sadece sözü edilen bu toplumların üyelerine özgü değildir. Dünya yüzeyindeki pek çok topluluk üyesi insan evreni sadece kendi çevresinden ibaret algılamaya pek yatkındır nedense. Nitekim, bunun bir örneğini de günümüz Türkiye’sinde yaşıyoruz şimdi. Sanki Türkiye dışında dünyada olup biten hiçbir şey yokmuş gibi, hemen her televizyon kanalının ana haber bültenlerinde sadece ve sadece Türkiye’de yaşanan olaylardan söz ediliyor. Hemen her gazetede ülkenin pek büyük sorunları olarak atfedilen gündemler devşirilip devşirilip yeniden ve yeniden işleniyor. Yönetim kadrosunun gündem yaratma konusundaki titiz çalışmaları da bu duruma elverişli bir zemin hazırlamayı gayet iyi başarınca, ortaya gün be gün kendi küçük dünyasına hapsolan bir toplum çıkıyor.
Toplumun birer üyeleri olan sokaktaki insanlar da bu algıdan yeterli nasibini alıyor. Onlar da daha küçük bir dünyanın, sözgelimi kendi ailesinin, etrafındaki üç beş insanın oluşturduğu küçük çevresinin içinde debelenip gidiyor. Bu insanlar her yeni günü bu dapdar eş dost çevreninin içindeki gündemleri konuşarak, bu gündemlerdeki sorunları halletmeye çalışarak yaşayıp gidiyorlar.
Bununla birlikte ülkenin entelijansiyasında da bu durum yaşanıyor. Tuhaftır ki, bu sıkışıp kalmışlıktan en uzakta durması gereken kişiler, bu sıkışıp kalmışlığın en vahim halini yaşıyorlar. Sözgelimi, edebiyatçılar, dünya yüzeyinde başka hiçbir edebiyat geleneği yokmuş gibi, sadece ve sadece Türk edebiyatından dem vurup, onun sorunlarını irdelemeye çalışıyorlar. Doğrudan doğruya, edebiyatın sorunlarıyla hiç ilgilenmeden, boşlukta devasa bir adım atarak Türk edebiyatının sorunlarından söz etmeye başlayıveriyorlar.
Ve başka başka alanlarda pek çok örnek sıralanabilir daha…
Peki, nasıl oluyor da bu algıyla yaşanıp gidilebiliyor? Kuşkusuz ki, bu algının kökeninde açık denizde boğulmaktan çekinen insanın yaşadığı korkuya benzer bir durum söz konusu. Darlık, cesaret duygusundan yoksun insanlar için daima bir güvenlik duvarı olarak iş görür çünkü. Ne de olsa kendini belirli sınırlamaların ötesine atan insanın karşısına baş edilmesi çok güç bir genişlik çıkacaktır. Sözgelimi, bir ailenin sorunlarıyla içi içe yaşamakla bir dünyanın sorunlarıyla iç içe yaşamak arasında devasa bir hacim farkı söz konusudur. Edebiyatın sorunlarını çözmek yerine, Türk edebiyatının sorunlarını çözmeye yeltenmek arasındaki hacim farkı gibi. Bununla birlikte, kaba bir gözle bakıldığında, yeğlenilmesi gereken, dertsiz tasasız bir tutum olarak da görülebilir bu durum. Ve böyle bir algının insanı çeşitli sorunlardan uzak tutacağı da sanılabilir. Gelgelelim, dünyanın ekolojik dengesinin bozulması üzerine kafa yormak yerine, ailesinin sorunlarıyla meşgul olan birinin, olası bir sel felaketinin kendisini bulmayacağını sanması aptalca olur. Dahası, daima yaşadığı evreni genişleten insanların yaşama alanlarında da bir genişleme söz konusu olacağı, yaşadığı evreni daraltan insanların ise giderek yaşama alanlarının daralacağı oldukça basit ve kesin bir mantık yasasıdır.
Bu yazı ilk kez 9 Kasım 2009 tarihli Başkent Gazetesinde yayımlanmıştır.